HAKİKATPERVER EFENDİM


Son yıllarında hayatı çok sıkıntı içinde geçiyordu. Aktör Şâdî Bey, bu eski üstâdını himâyesi altına alıp Şehzâdebaşı’nda işlettiği Ferah tiyatrosunda O'na küçük bir vazife verdi. Tiyatroya gelenlerin biletlerini yakıyor, salonda yerlerini gösteriyordu. Fakat bu iş ona ağır geldi.

İstanbul tekkelerinin gözbebeği ve tekke musikisinin bir tanesi sayılması sebepsiz değildi. İlâhî aşkın, tasavvufun zamanında ilk büyük mektebi ve klasik musikimizin biricik konservatuarı sayılan eski dergâhların, dergâhlara mahsus zikir âlemlerinin hakikaten yüzünü güldürmüş adamdır.

Baba Erenlerimiz, birinci sınıf zâkirlerinden ve yerine konulamayacak en birinci zâkirbaşılardandır. Hakkıyla bülbül-i gülistân-ı tekâya olduğu cümlenin malumudur. Her vech ile şüpheden vârestedir. Kendisi hem kıyâmî hem devrânîdir. Aynı zamanda mersiyehândır. Bâhusûs, tavrına, edâsına dayanılmaz. Yanında çok kimse dikiş tutturamaz. Halka-i zikre riyâset ve idaresi ile de ayrıca meşhur ve mümtâzdır. Zira, bir zâkirbaşı, riyâset kudretini hâiz değilse -her ne kadar başta bulunsa- mutlak kusuru vardır; zikre lâyıkı ile intibâk edemez. Bu kıymetli zât-ı şerîf her ikisini câmi’ bulunduğundan postunda hâkim ve yektâdır. Meydân-ı evliyâullah’ta vücudu ile iftihâr olunan zevât-ı nâdiredendir.

Yaşar şeyhe gönül verdi. Şeyh de Yaşara bir “gül” verdi. Kâdirî tarikatının ananevî mübarek bir nişânı olarak başta taşınan ve çiçek motifi şeklinde yedi renk ham ibrişim ile işlenen bu “gül”ü, Yaşar, ‘arâkiyesinin tepesine dikip, başının üstünde gezdirdiği zamanlar Gavs-ı A’zam bendesi idi. Kâdirî fukarâsından [dervişlerinden] Yaşar Dede olmuştu.

Erenler eşiğinde, yol erkânında böylece gereken vazifeleri, vecîbeleri kusursuz olarak görüp bitirdikten sonra, o vaktin halifebabası ve Çamlıca tekkesi postnişîni, Yakup Kadri’nin Bektâşîlik aleyhindeki ünlü “Nur Baba” romanının gerçek karakterlerinden biri olduğu iddia edilen Ali Nutkî Baba’dan babalık icâzetnâmesini alır. Yaşar Baba, başındaki Rufâî tâcının üstüne bu def’a yine siyah destarlı, edhemî terkli [on iki dilimli] bir Bektaşî fahri [tâcı] geçirmiş bulunuyordu.

Karşısında kim olursa olsun “Efendim”siz konuşmazdı. Sinirlendiği zamanlarda bile ağzından kötü bir söz çıktığı duyulmamıştır. Muâşeret irfânı, nezâket duyguları bu derece yüksek ve yürektendi. Çok da sabırlı ve tahammüllü idi. Tekkelerin sırlanmasından [kapatılmasından] sonra sıhhat ve neş’esini kaybetmişti. Üzüntüleri arttıkça rahatsızlıklar da biribirini takib ediyordu. Takatsiz, mangırsız kalmıştı. Gine de kendi üzüntüsüyle başkasını meşgul etmek istemediğinden kimseye hâlinden şikâyette bulunmazdı. Üstelik neş’eli görünmeğe çalışırdı. Zira, onun nazarında huzur bozmak, neş’e kaçırmak en büyük günah sayılırdı.

Devir görmüş, umûr görmüş bir insandı. Hâfızasında zamanla toplanmış bir hayli hâtıra vardı. Bu itibârla çok fıkra ve hikâye bilirdi. Son çağların meşhur şahsiyetlerine âit bilhassa eski zâkir, bestekâr ve tekye şeyhlerine âit kafasında sıralanmış çoğu duyulmamış bilgi ve görgüler icâbında bir kitap olabilecek zenginlikte idi.

Nüktedanlığı, hâzırcevâplığı da ayrı bir âlemdi. Kendisinden de şu fıkrayı anlatırlar:

Ramazan’da müezzinbaşılığını yaptığı Çiftesaraylardan kendisini alıp terâvîh kıldırmak üzere Amîne Sultan’ın Arnavutköyü’ndeki yalısına götürürler. İlk gece namazı bildiğimiz şekilde kıldırır. Herkesi memnun eder, teşekkür kazanır.
Birkaç gece sonra terâvîh’i kıldırırken Fatiha’dan sonra okunması gereken âyeti hatırlayamaz. Ne yaptı ise toparlayamaz. Sezdirmemek için aklına gelen Şu’ûl isimli Arabî ilâhîlerden bir parça okuyup rükû’a varır, işin farkına varanlar, namazdan sonra:
-Yahû bunu nereden çıkardın Baba Erenler?
Hemen cevâbı yapıştırır:
-Kur’ân’ı her gece okuyup da israf edecek değilim ya! Bir gece de böyle olsun! Hem bir de değişiklik olur! dedi. Gülmekten katılırlar.

Eski güzel terim ile söylemek lâzım gelirse, Yaşar Baba’mız -Hilmi’nin de belirtmek istediği gibi- kendi çapında ve çağında [Sultânu’z-Zâkirîn] denilmeğe hakikaten pek lâyık olmuş adamdı. Defterler dolusu İlâhî mecmuâsından başka, kafasının arşivinde çeşitli besteleri ile derlenmiş binlerce eser onun ölümü ile beraber toprağa girdi. Zamanında hiç bir zâkirden göremediğimiz o müstesna tavrından, örnek bilinen edâ ve üslubundan, hele Kıyâm Tevhîdi açılırken o kıvrak sesi ile okuduğu Münâcâtın başındaki “Yâ Mevlânâ”sından şimdi elimizde kalan yalnız hazin bir hâtıradır. Ne yazık ki o da zamanla kaybolmak üzere bulunuyor.

Kıyâm Zikri’nin ritmik, estetik bütün, inceliklerine fevkal’ade bir sûretde vâkıf ve mutasarrıf bulunan, hele zikri idare kudreti, hakikaten bir hârika halinde görülen, gösterişsiz, ufak yapılı vücudunda bilhassa bu noktadan büyük kıymetler taşıyan bu kıyâmcılar kıyâmcısı ile Yaşar Baba, kazara bir hafta günü tekkeye gelmemiş olsalar, yine para ile tutulmuş bir kısım zikirciler, bütün ustalıklarına rağmen ne yapsalar, kendi başlarına zikri açamazlar, yürütemezlerdi. Bu hususta bilgisi, görgüsü bir hiçten ibâret bulunan biçâre Efendi de bunalarak ne yapacağını bilemezdi. Herkese tepeden bakmağı âdet edinmiş olduğu halde bu iki zâtın önünde hürmetle, zarûretle eğilir ve küçülürdü. Çünkü bu iki adam Şeyh’in, tekke’nin kusur ve noksanlarını örtüyor, düzeltiyor, hatta tekke’ye şeref ve kıymet katıyordu.

Zikirlerin mükemmeliyeti bir yerde anlatılırken:

-Üsküdarlı Kemâl’in reisliğinde ve Yaşar Baba’nın idaresinde!.. deniliyordu.



Yaşar Baba

Kıyâm Reisi-Zâkir Başı
Hanende-Mevlidhân-Mersiyeci
Sünbülî Dervîşi-Kâdirî Dedesi-Rifa’î Halifesi
ve nihâyet Bektaşî Şeyhi

Dinî, ruhânî ve uhrevî bir müessese olmaktan ziyâde, halkın içinden doğmuş, halkın ruhuna uymuş, insanî, ictimaî bir tarikat olan Bektâşîliğin içinde ve tarihinde isim yapmış veya bir yönden tanınmış değerli şahsiyetler hakkında şimdiye kadar derli toplu ve esaslı bir inceleme yapılmış değildir.

Tarikat ve tasavvuf tarihi bakımından lüzumlu olduğu halde henüz ciddi bir şekilde ele alınmamış bulunan bu konunun aydınlanması pek gecikmiştir. Yazılması lâzım gelenlerden çoğunun zamanla unutulması hatta kaybolması ihtimali bile vardır.

Vaktiyle 'İstanbul Tekkeleri Tarihi' isimli eserimizi yazarken bu lüzumu da düşünmüş, Bektaşîlik’de şöhret sahibi olmuş eser vererek büyük küçük bir iz bırakmış kimseleri de diğer tarikat büyükleri gibi ayrıca tesbît eylemiştik. Bir kısmını yakından tanıdığımız, bir kaçını iyi bilenlerden dinlediğimiz bu simâları, sırası geldikçe birer birer yazacağız.

Şimdi son yılların en çok tanınmış bir Bektaşî Babası olan, eski Kıyâm Reisi, Zâkir Başı Tatar Yaşar Baba’dan başlıyoruz. İstanbul’da çok gelişmiş bir bakıma mektepleşmiş olan klasik tekke musikimizde geniş şöhrete erişmiş nâmlı Zâkirbaşıların başında gelen Yaşar Baba, bu sahanın son zamanlarda gerçekten pek kudretli simâlarından ve tam manasıyla “Büyük Üstâd” larından biri olarak tanınmıştı.

Bu yüzden her yerde sevgi ve rağbet görür, her zikir meydanı, her dergâh kendisini hasretle beklerdi. Tekkelerin son gününe kadar bu değerini kaybetmedi, kimse onun yerine oturamadı.

Kıyâm zikrinde pek ustaca olan Reisliği, Zâkirbaşılığı, hele icra kudreti hayret verecek şekilde birbirinden son derece üstün ve azametliydi. Çeşitli besteleriyle, kafasında taşıdığı binlerce Şuul, Durak ve İlâhî hazinesinin zenginliği ölçülemiyordu O derece eşsiz ve benzersizdi. Bu yüzdendir ki hiçbir Zâkir, Zâkir Başı, Hânende ve Musikişinas, onunla baş edemedi, boy ölçüşemedi.

“Baba”nın asıl adı Yaşar Aşkî idi. Hiç kullanılmayan bu isim, yalnız âilesi büyüklerinin hafızasında hâtıra olarak kalmıştı. Herkes her yerde onu “Yaşar Baba” diye tanırdı.

Çocukluğu, tekke çevresi içinde geçti. Tarikat ve tasavvuf terbiyesi altında büyüdü. Bu münasebetle pek genç yaşında birkaç tarikata girip çıktı. Hepsinde birer parça oyalandı, uyandı zarfı yırttı, nihayet neş’eli mizacına, yaradılışına uygun bulduğu Bektaşîlik’te karar kıldı.

Yıllar önce kendisinden sonra da kendisini yakından tanıyanlardan tesbit etmiş olduğuma göre, Yaşar Baba Erenlerimiz aslında Karadeniz Ereğlisine bağlı Alab bucağı yerlilerinden, “Alablılar” ailesinden ve Hatîbzâdeler soyundandır. Kökü Tatar Türklerine dayanır.

Bu ailenin en yaşlı rüknü olan zamanının esnaf kethüdası Hacı Hâfız Halil Efendi’nin büyük oğlu idi.
Hacı Hâfız Halil Efendi’nin babası Manavcı Ahmed Ağa da hâfız idi. Kırk yaşından sonra Kur’ân-ı Kerîm’i ezberleyip mukâbele okumuş, câmi ve tekkelerde hatimle terâvîh kıldırmıştır. [Müfid Yüksel]

Kendisine Tatar Yaşar Baba denilmesi –umulabilir ki bu yüzdendir- zâten, içinden gülen ve şehlâ bakışları içinde zekâ parıldayan küçücük gözleri, kösemsi sakalı ve yüz çizgilerinin bütünüyle tam bir Türkistânlı’yı ve Tatar tipini hatırlatırdı. Bundan dolayı kendisine Tatar Yaşar denildiği halde doğma büyüme İstanbullu idi. Eğrikapı -Molla Aşkî- taraflarında dünyaya geldi. Çocukluğu, gençliği hep buralarda geçti.

Musikîde isim yaparak ortaya çıktıktan sonra başlayan hayatı, önce Fethiye, Dırağman ve Balat’da, daha sonra Eyüp’te devam ederek nihâyete erdi.

Babasını küçük yaşta kaybetmiş bulunduğundan tahsilini bitiremedi. Hayatını kendi emeği ile kazanmak zorunda kaldı. Süleymaniye’de bir dökmeci ustasının yanına girdi. Divitçi çıraklığı etti. Bu sıralarda hıfza da başlamıştı. Balat [Ferruh Kethüda], Meydancık [Hoca Kasım Günânî], Molla Aşkî câmilerinde pîr aşkına “Ezânlar” okuyor, salâlar veriyor, içeride müezzinlik ediyor, fırsat buldukça Tevşîhli Mevlidlerde İlâhî okuyanlarn yanına ilişerek kendisinde yavaş yavaş belirmeye başlayan temâyül ve istidâdını geliştirmeğe çalışıyordu. Nihâyet, musiki aşkı, bilhassa klasik ma’bed musikimize karşı duyduğu derin alâka, gün geçtikçe arttı ve onu ister istemez zamanın üstadlarının meşklerinde bulunmağa sevketti. Önce komşusu Mahzen-i esrâr-ı musiki ve serhânende-i Hazret-i Şehriyârî denilmekle tanınmış Muallim İsmail Hakkı Bey’den sonra Balat'da Sünbüliye tarikatından Ferruh Kethüda Tekkesi postnişîni, âlim, ârif bir zât olan Durakçı ve Mi’daciyeci Şeyh Hâfız Kemâleddin Efendi’den meşk’e başladı. Daha sonra meşhur Turşucu Hâfız’a geldi. Ondan da bir hayli feyizlendi. Ayrıca yine bu yolun üstâdı Deli Es’ad’tan birçok Şu’ûl, Durak ve İlâhî geçti. Bunlarla da kalmayarak zamanın büyük şöhretlerinden Balat Meydancık [Hoca Kasım Günânî] cami’i imamı ve zâkirler zâkiri Hâfız Hasan Tahsin Efendi’ye başvurdu; onun talebe ve çırakları arasına karıştı.

Meşk arkadaşı rahmetli babacığımla beraber Balat İmamı’nın derslerine aşkla, şevkle geceli gündüzlü devam ettiler. Hevesli çocuk zengin istidâdı sayesinde hemen göze çarpar bir hâl almış, talebe arasında bir kıymet olarak parlamağa başlamıştı. Az bir zaman içinde devrin büyük üstâdı Balat İmamı’nda Zâkirbaşılık icâzetnâmesi almağa muvaffak oldu. Genç yaşta bu şerefi kazandı. Fakat, hocasına saygısından, terbiye ve tevâzu gösterip, onun hayatında Zâkirbaşı postuna oturmadı. Geldiği ve getirildiği tekkelerde ancak onun karşısında Peyrev [yardımcı] olarak zikri idareye çalışırdı.

Üzerinde ayrıca Kıyâm Reisliği de vardı. Bunun usûle göre törenle verilen izin Fatiha’sını daha önceden almıştı. Bu itibârla İstanbul Kıyâmî tekkelerinde uzun zaman Kıyâm Reisliği yaptı. Meselâ, ihtişamlı, coşkun zikirleri ve usta zikircileri ile zamanında ün salmış Kubbe Tekkesi’nin kıyâm reisliğini uzun yıllar en mükemmel şekli ile idare ve ikâme etti. Tekke’nin Kubbeliler ismi ile tanınmasında büyük bir âmil oldu.

Burası aynı zamanda onun kendi tekkesi olduğundan zikre girilmeden önce ve sonra Şedd kuşanıp, hizmete soyunup Feyz Kapısı’nda Meydan Nakibliği de ediyordu.

Yaşar Baba, Gülşenî Savtları’nı da iyi bilirdi. Mi’raciye bahirleri gibi iki kişi ile birlikte okunulan ve bir adı da Tapu Savtı olan; ayrı bir usûlde bestelenmiş bu İlâhîleri elde etmek için mahallesindeki Gülşenîhâne’ye bilhassa devam eyledi. Tekkenin postnişîni Hasan Sezâî Efendi’nin kardeşi Zâkir İsmail Efendi’nin meşklerinde bulunup Savtlar’ı ondan geçti.

Bu şekilde yıllarını harcayarak, ne lâzımsa öğrenip, ortaya çıkan Yaşar Baba’nın yukarıda yazdığımız gibi Kıyâm Reisliği, Zâkirbaşılığı en başta gelmek üzere Devrân yürürken bir düzine İlâhî atmasından Mevlid, Mersiye ve Durak okumasına ve hatta kendisinden hiç umulmadığı halde, Ramazan’da mihrâba geçip Terâvîh namazı kıldırmasına, Mahfil veya Maksure’de müezzinlik etmesine kadar hepsi biri birinden tertipli, ustalıklı ve bir başka güzellikte idi. Musikide nazarî bilgisi pek esaslı ve etraflı olmamakla beraber hiç gözden kaçmayan icra kudretine yetişilemiyordu. Baba’nın bu eşsiz tarafına, onu yetiştiren hocaları bile imreniyorlardı.

İstanbul tekkelerinin gözbebeği ve tekke musikisinin bir tanesi sayılması sebepsiz değildi.

İlâhî aşkın, tasavvufun zamanında ilk büyük mektebi ve klasik musikimizin biricik konservatuarı sayılan eski dergâhların, dergâhlara mahsus zikir âlemlerinin hakikaten yüzünü güldürmüş adamdır.

Yaşar Baba’nın Erenler Meydanı’nda bir görünmesi, zikrin zevkini artırır, herkese bir başka coşkunluk getirirdi.

Öteden beri bu işin üstâdı bilinen eski zâkirler, zâkirbaşılar onun bılunduğu yerde bu sebeple zikri açmazlar, yanına İlâhî atamazlar, onun usûl ve tertibinden dışarı çıkamazlardı. Meşk hocaları bile unuttuklarını tamamlamak için Yaşar Baba’ya gelirlerdi. Kezâ, yıllarca ve def’alarca Meydan açmış, Devrân sürmüş, zikir şekillerinin her türlü usûl ve erkânına vâkıf, kıdemli Şeyh Efendiler, Yaşar Baba’nın idaresi altında yürüyen Mukâbele ve Ayîn-i Şerîflere ufacık bir müdahalede bulunmaktan çekinirlerdi.

Zikrin usûl ve âhengini bozmamak için, kıyâm olsun devrân olsun, Meydan’da her şeyi tamamen ona bırakırlardı.

Yaşar Baba’nın klasik tarzda okuduğu Mevlid ve Mersiyeler de ayrı bir hususiyet taşırdı. Bunlar onun ağzından Selef’den kalma müstesna bir usûl ve tavırla dinlenilir, her nağmesinde bir başka eda, kulak zevkini okşardı.

Hele, yumuşacık tatlı sesi ile mersiye okuyuşları bambaşka idi. Ehl-i Beyt’e vurgun Ca’ferî mezhebi mensubu İranlı müslüman kardeşlerimizi bu yanık ve oynak hançeresi ile kendisine hayran etmekteydi. Onlarca Mâtem ayı olarak bilinen muharremlerde Yaşar Baba’yı Vâlide Hanı’na götürürler; ta’ziye meclislerinde o, mersiyesini okur iken karşısında diz çöküp bükâ ederler [Gözyaşı dökerler], kendilerinden geçerlerdi. Çünkü Baba’nın Mersiyehânlığı Fethiyeli Nezihî Bey’e benzerdi. Okuyuşları tıpkı onunki gibi yürekten gelir, yüreklere işlerdi ve taklid edilemeyecek bir şekilde idi.

İstanbul Bektaşî tekkelerinde âdet olduğu üzere, Sâfî Baba Mersiyesi’ni, diğer tekkelerde ise Yazıcıoğlu mersiyesi’ni okuduğu halde usûl ve tavırlarını birbirine karıştırdığı görülmezdi.

Yaşar Baba’nın zâkirliğinde ve zikri idare etmek hususundaki büyük başarısında peyrevlerinin çok önemli hizmet ve yardımları olduğunu unutmamak lâzım gelir.

Muallim İsmail Hakkı Bey’in muavinlerinden Musiki hocası Bestekâr İzzeddin Hümâyi, sonradan şöhretli bir zâkirbaşı olan Terlikçi Mehmed Efendi, Karagümrüklü Hacı Şeref, kardeşi Hafız Selahaddin Bey, Şef Hanende Zâkir Celâl, yine Şef Hanende zâkir Arap Hüsnî, Yeni Cami müezzini Hâfız Ali Efendi, son hakkâklarımızdan Rauf Fehmî Efendi, Aksaray-Vâlide Camii baş müezzini Hâfız Hamdi Efendi [Tatar Hamdi], meşhur Hâfız Burhan, tanınmış mevlidhân Hâfız Mecîd, Sultan Selimli Hâfız Ali Rıza [Ali Rıza Sağman], Cihan Bülbülü Hâfız Sâmî’nin yeğeni Hâfız Cevdet, onun küçük kardeşi hâfız Necâtî, Karagümrük’te-Altay’da Kenân-ı Ümmî tekkesinin ilk ve son postnişîni Filibeli Ken’an Efendi’nin oğlu eczacı, kütüphaneci, şimdi de mevlidhân Kâzım Bey.. gibi sahasında kendilerini ilk zamanlardan beri göstermeğe parlak istidâd sahiplerinin Yaşar Baba’nın karşısında yardımcı ve tamamlayıcı olarak bulunmaları, Baba’nın o meşhur başarısında ve dolayısıyla zikrin âhenk ve ihtişamla yürümesinde çok kuvvetli ve tesirli bir şekilde birer âmil olmuşlardır.

Asıl adı Hüseyin Şerefüddin olan Hacı Şeref merhum, Balat İmamı’nın en parlak çıraklarındandır. 1323 yılında ondan icâzet aldıktan sonra İstanbul tekkelerinde, kıyâmî, devrânî olarak uzun yıllar Zâkirlik ve Zâkirbaşılık etti. Şarkı ve Semâ’î de geçmişti. Karagöz oyunlarına mahsus Perde Gazellerini de usulü ile öğrenmiş ve yazmıştı. Bunları ustalıkla okurdu. Hühuft makâmında bir perde gazelini kendisinden geçmiştim.

Usule vâkıf olduğundan güzel Dâire çalardı. Dergâhların sırlanmasından sonra, Mehter takımında Gülbenkçi ve Halîlezen olarak vazife gören Rahmetli Salâhaddin Pınar, eski bestelerden bir kaçını ondan geçmiş ve notaya almıştı. Gençliğinde Kâdirî, Rufâî tarikatlarına girdi. Sonraları Terlikçi Mehmed ve aktör Şâdî ile birlikte Yaşar Baba’dan nasîb alarak Bektâşî oldu. Fakat namazını, niyazını bırakmadı. 1337/1921'de Yaşar Baba’dan ayrıca Zâkirbaşı icâzetnâmesi aldı. Hacı Şeref eskilerin Meclisârâ dedikleri, geldiği yere neş’e getiren, konuşkan ve konuşması ile iç açan adamdı, bu sebeple her yerde aranır ve beklenirdi. Latîfeci, şakacı, edeb, erkân görmüş terbiyeli bir kalem efendisi, bir şehir çocuğu olmakla beraber son derece asabi ve patavatsızdı. Lâkin dosdoğru adamdı. Aynı zamanda vefâkâr ve hatırşinâstı. Babacığımın Kırk Mevlidinde okunan Tevşîhleri Kabakulak Ali Bey ile beraber o idare etmişti. İstanbul Tapu-Kadastro grup müdürlüğü Beyoğlu masası memurluğundan emekliye ayrıldıktan sonra, bütün ömrü doğup büyüdüğü Karagümrük’te geçti. 1947 yılı Ocak ayının son gecesinde, yine Karagümrük’te Rufâiyye’den Tahta Minare Tekkesi’nin bitişiğindeki evinde vefat etti. Pek değerli, faziletli dostum Hammâmîzâde İhsan Bey merhum teklifim üzerine şu tarihi vücuda getirdi:

Kaldı heman dergeh-i Dehrde bir hoş sadâ
Ola Şeref Hacı’nın Hûr u Gılmân yoldaşı
Cevher tâarihini yazdı kalem Hayy deyu
Gitdi heman Hû deyib Cennet’e Zâkirbaşı

Son ......şairlerinden .....ettiği ..........Bey Hacı Şeref’in göçmesine eseflenerek kaleme aldığı tarîh manzumesinde onu ne güzel anlatıyor:

Merd-i zâkir Hacı Şeref de etdi terk-i dünya

Bütün bu tesirleri görebileceğimiz son örnek, Karagümrük’teki Ümm-i Ken’an Tekkesi idi.

İstanbul’da ihvânın yardımı ile açılmış en son Rifâî tekkesi, daha doğrusu Rifâîlikten kopma bir Sayyâdî tekkesi olan bu Dergâh, oldum olasıya Yaşar Baba’nın kudret ve şahsiyeti sâyesinde tutunmuş, parlamış, kurulduğundan son güne kadar onun himmet ve idaresi ile yaşamış ve göze çarpar bir hâl almıştı. Saatlerce süren zikri ve zikirciliği hatta usûlü ile zikretmesini bilmeyen, beceremeyen Şeyh Efendi’yi, Yaşar Baba parmağının ucunda çeviriyordu.

Galatasaray Lisesi’nde okumuş, iyi tahsil görmüş, yıllarca Maârif hizmetinde bulunmuş, aydın bir kimse olan, hatta mektebte öğrendiği Farsça ile tekkesinde Mesnevî-yi Şerîf okutmaya cesaret gösteren, fakat süluka girmeden, meydan, erkân görmeden Medineli Seyyid Hamza’nın ‘atiyyeten verdiği icâzet ile posta oturtulmuş bulunduğundan, zikir sırasında sanki bir yabancı ziyaretçi imiş gibi Mihrâb önünde hareketsiz, heyecansız durmaktan başka elinden birşey gelmeyen Şeyh efendi, Yaşar Baba’ya bu hususta çok şeyler borçlu ve minnetdar bulunuyordu. Bunun içindir ki hatırı sayılır, kıdemli şeyh efendilere, yaşlı misafirlere bile yerinden kıpırdamak istemeyen Efendi, Yaşar Baba içeriye girince boyunca ayağa kalkardı. Yaşar Baba zâkirbaşı postuna oturmadan önce birbirleri ile görüşürler. [Ayakta musâfaha ve mu’anaka ederler. Gerdanlarını da öperlerdi.]

Tarîkat ahlâk ve icâplarının gerçek manası ile kezâ dervişliğin esasları ile kökten ve yürekten bir ilgisi olmadığı için her hareketi sûretde kalan, bunun pek tabiî bir netice ve tezâhürü olarak da Şeyh postekisi üstünde heykel gibi dikilmekten, dışarıda takmadığı mavi veya siyah gözlük ile boy göstermekten başka bir şey yapmayan, fakat Şeyh’liği Şah’lığa çevirmesini çok iyi bilen ve bunu hüner ile beceren bu tarikat burjuvasının, ister istemez saygı göstermek zorunda kaldığı diğer bir lüzumlu insan da Üsküdar’dan ücretle getirilen Sa’dî Şeyhzâdesi Reîs Kemâl Efendi idi.

Kıyâm Zikri’nin ritmik, estetik bütün, inceliklerine fevkal’ade bir sûretde vâkıf ve mutasarrıf bulunan, hele zikri idare kudreti, hakikaten bir hârika halinde görülen, gösterişsiz, ufak yapılı vücudunda bilhassa bu noktadan büyük kıymetler taşıyan bu kıyâmcılar kıyâmcısı ile Yaşar Baba, kazara bir hafta günü tekkeye gelmemiş olsalar, yine para ile tutulmuş bir kısım zikirciler, bütün ustalıklarına rağmen ne yapsalar, kendi başlarına zikri açamazlar, yürütemezlerdi.

Bu hususta bilgisi, görgüsü bir hiçten ibâret bulunan biçâre Efendi de bunalarak ne yapacağını bilemezdi.

Herkese tepeden bakmağı âdet edinmiş olduğu halde bu iki zâtın önünde hürmetle, zarûretle eğilir ve küçülürdü. Çünkü bu iki adam Şeyh’in, Tekke’nin kusur ve noksanlarını örtüyor, düzeltiyor, hatta tekke’ye şeref ve kıymet katıyordu.

Zikirlerin mükemmeliyeti bir yerde anlatılırken:

-Üsküdarlı Kemâl’in reisliğinde ve Yaşar Baba’nın idaresinde; deniliyordu.

Yaşar Baba’nın “acâîb” denilecek tuhaf tarafları da vardı.

Zikri açarken ayakta okuduğu münâcâtdan başka, Şuûl ve İlâhîlerden çoğunu sonuna kadar okumazdı. Bu fena alışkanlığı yüzünden baş tarafını atıp da alt tarafını bilerek veya bilmeyerek yarıda bıraktığı, yahut sonunu getiremediği eserleri, ekseriya peşrevleri tamamlar; sezdirmeden, aksatmadan zikri yürütmeğe çalışırlardı. Bunun içindir ki Yaşar Baba’nın karşısında peyrevlik etmek, herkesin başarabileceği bir iş değildi.

Her zâkir, hatta zâkirbaşı buna kolay kolay cesâret gösteremezdi. Bir def’a musikişinas olmak mutlaka şarttı. Zengîn mahfûzâta mâlik bulunmak da lâzım geliyordu.

Kendisi ilk zamanlar Üsküdarlı Hâfız Fahrî Efendi’ye peyrevlik etmişti. Onun musiki bilgisinden kâfî derecede faydalandıktan sonra, Balat İmamı’na gelmiş, ondan öğrendikleri ile bir kat daha olgunlaşıp, bir Yaşar Baba olmuştu.

İstanbul tekkelerinin tanınmış kıyâm reislerinden Şeyh Hilmî merhum zamanın belli başlı zâkirleri ve kıyâm reisleri için tuttuğu not defterinde, Yaşar Baba hakkında şunları söylüyor:

“Baba Erenlerimiz, birinci sınıf zâkirlerinden ve yerine konulamayacak en birinci zâkirbaşılardandır. Hakkıyla bülbül-i gülistân-ı tekâya olduğu cümlenin malumudur. Her vech ile şüpheden vârestedir. Kendisi hem kıyâmî hem devrânîdir. Aynı zamanda mersiyehândır.

Bâhusûs, tavrına, edâsına dayanılmaz. Yanında çok kimse dikiş tutturamaz. Halka-i zikre riyâset ve idaresi ile de ayrıca meşhur ve mümtâzdır. Zira, bir zâkirbaşı, riyâset kudretini hâiz değilse -her ne kadar başta bulunsa- mutlak kusuru vardır; zikre lâyıkı ile intibâk edemez. Bu kıymetli zât-ı şerîf her ikisini câmi’ bulunduğundan postunda hâkim ve yektâdır. Meydân-ı Evliyâullah’ta vücudu ile iftihâr olunan zevât-ı nâdiredendir.”

Şeyh Hilmi, ayakta yapılan, kıvrak figürleri, estetik bakımından pek hünerli, çekişi ve gâyetle âhengli olan kıyâm zikrini sevk ve idarede başa geçmiş bir zât idi. Reis Hilmî derlerdi. Zamanın en usta bir reisi olduğundan Reislerin çoğuna Fatiha etmek suretiyle onların reislik etmelerine izin vermişti. Bundan dolayı kendisi haklı olarak “Bende-i Hâk-i Kadem-i Al-i ‘Aba, Reis-i Halka-i Tekâya” diye imza kullanırdı. Nitekim, Hekimoğlu Ali Paşa Câmi’i Şerîfi haziresindeki mezar taşında; “Bi’l-Cümle Tekâyada ve Esnâ-yı Zikirde Riyâset etmekle Ma’ruf..” olduğu yazılıdır. Ve pek doğrudur. Fakat kullanılmayan asıl adı Hüseyin Hilmî Aşkî olduğu halde, kitâbeye Mehmed Hilmî yazılması yanlış olmuştur.

Topkapısında Rufâîyeden kıllı Yusuf Tekkesi’nin son postnişini, Topkapısı Ahmed Paşa Cami’i Şerîfi kâtibi ve zamanın Reisu’l-Kurrâsı Şeyh Hâfız Cemâleddîn Efendi’den Babası Ali Rıza Efendi hilâfetnâme alarak şeyh olmuştu. Onun babası Hüseyin Hüsnî Efendiler de şeyh idiler.

Reis Hilmî Efendi, 27 Kânun-i Evvel [Aralık] 1336/1920 tarihinde göçtü. Hilmi’ye büyük saygı gösteren ve çok zaman onun yanında zikretmiş olan rahmetli aktör Şâdî, Hilmî’nin mezar taşını yaptırdı.

Eski güzel terim ile söylemek lâzım gelirse, Yaşar Baba’mız -Hilmi’nin de belirtmek istediği gibi- kendi çapında ve çağında [Sultânu’z-Zâkirîn] denilmeğe hakikaten pek lâyık olmuş adamdı. Defterler dolusu İlâhî mecmuâsından başka, kafasının arşivinde çeşitli besteleri ile derlenmiş binlerce eser onun ölümü ile beraber toprağa girdi. Zamanında hiç bir zâkirden göremediğimiz o müstesna tavrından, örnek bilinen edâ ve üslubundan, hele Kıyâm Tevhîdi açılırken o kıvrak sesi ile okuduğu Münâcâtın başındaki “Yâ Mevlânâ”sından şimdi elimizde kalan yalnız hazin bir hâtıradır. Ne yazık ki o da zamanla kaybolmak üzere bulunuyor.

Kendisi de bir tekke çocuğu olan, bir vakitler tekke şeyhliği ve zâkirliği de etmiş bulunan pek değerli dostum ve meslekdaşım Saadeddîn Nüzhet merhum, bundan dolayı büyük bir vukûf ile yazdığı “Türk Musikisi Antolojisi” isimli tamamlanmamış eserinin birinci cildinde, Yaşar Baba'nın kıymet ve meziyetleri hakkında kısa da olsa aynı şeyleri tekrarlamakta ve onun mersiyehânlığını pek çok takdir eden İran hükümetinin kendisine Şîr-i Hurşîd nişânı verdiğini yazmaktadır.

Bursa-Mısrî Dergâhı son Postnişîni Şeyh Mehmed Şemseddîn Efendi’nin oğlu Mehmed Fehâmeddîn Efendi’nin Yaşar Baba’dan bahseden bir mektubu:
[Mektup, Cemaleddîn Server Revnakoğlu’na gönderilmiş. Müfid Yüksel]

Huzûr-ı ‘Arifânelerine,

Pek Muhterem ve Hakikat-Perver Efendim

Evvelâ, bir hayli cevâp verme hususunda geciktiğimden dolayı özürler dilerim.

Bu gecikme zât-ı âlîlerine tam ve iyi bir cevâp verebilmek için meydana gelmiştir. Ayrıca, bugüne kadar Gazzâlî Bey’in hâl tercümesini elde etmekti. Ne çâre ki âilesinin ve kızının İstanbul’da olmalarını akrabasından Ali bey’in hâla gelmemiş olduklarını bugün veya bu hafta geleceklerini ve size doğru bir mâlumâtın ancak kızından elde edileceğini söylemişti. Bugüne kadar gelmediklerinden fazla beklemek ve sizi bekletmek istemedim. Ali Bey’de biraz mâlumât varsa da, tarihlerini, bulundukları yerleri tam bilemiyor. Fakîr de geldikten sonra bilgi alırım dedim. Bu husus hakkındaki mâlumâtı kızından öğrendikten sonra size bildirmeğe karar verdim.

Şeyh Hacı Râşid Efendi Katırcızâde demekle ma’ruf olup Bursa’da tevellüd etmiş, güzel yazı yazmağı o zaman Bursa’nın hatt üstâdlarından Turhanzâde Abdullah Efendi’den temaşşuk etmiş ve hüsn-i hatt’da mümtâz olmuştur. Fenn-i musikiye âşina ve sesleri güzel olduğundan dergâhlarda zâkirlik yapar ve âşıkânı cûş u hurûşa getirirlermiş.

Eşrefzâde Şeyh Abdülkâdir Efendi’den hilâfet almışlar ve dâmâdı Nu’mâniye dergâhı şeyhi Safîyuddîn Efendi olduğu için aynı zamanda hulefâ-yı Eşrefiyye’den olmaları sebebiyle vefatlarında Nu’mâniyye dergâhı haziresine defnolunmuşlardır. Ziyâ Bey’in bu hususta mâlumâtı yanlış olduğu meydana çıkmaktadır. [Yâdigâr-ı Şemsî basılmayan kısımda sahife: 374 Ve Gülzâr-ı ‘İrfân Eserleri] Seyyid Nesîmî’ye âit bir mâlumâta destres olamadım. Aramaktayım.

Hattât Zühdî Efendi hakkında ise müderrisînden ve hattât-ı meşhur diye kayıtlara rastladım. Fazla bir bilgi yok. Rif’at Beyin tarihine gelince; mâlum-i ârifâneleridir ki vefat tarihleri o şahsın vefat ettiği seneyi bildirir. Rif’at Bey de 12 Kasım 1964 ve Hicrî 1384 yılında vefat ettiğine göre tarih doğrudur. Vâkı’a, tarih 1385 senesinde söylenmiştir. Ama söylenilen yıl değil vefat ettiği sene muteberdir. Onun için bir veya iki ilâvelerine lüzum yoktur. Sultanım! Doktor Mustafa Bey’den Râsim Bey’e âit fotoğrafı ve vefat tarihini aldım. Kendilerinin hürmetleri var. Fotoğrafı takdim ediyorum.

Yaşar Baba Bursa’ya teşriflerinde; bizim dergâh’ta zâkirbaşılık yapan Kâzım Efendi kendisiyle tanışırlarmış ve Baba’nın zât-ı âlîlerine yazdığım “Na’t-ı Alî Aleyhisselâm” Kâzım kendisine okur ve kâğıdı kendisine verir. Hazret bir gecede bu na’tı ezberler ve Cum’a günü Kıyâm Tevhîdi’nde kendilerine has bir tarzda okurlar deseler de “Yâ Alî” derken herkes başka bir hâlet-i ruhiye içerisinde bulunurdu ki bunu kalemle ifâde etmeğe imkân yoktur. Ancak bu feyz-i ma’nevîyi duyanlar, o aşk ile sermest olanlar idrâk ederler. Bilmem ama Hazret bulunduğu dergâhlarda ve idare ettiği Kıyâm Tevhîdleri’nde bu hazzı duymamıştır diyebilirim. Cümlesinin ruhlarını Hakk Erenler şâd ve handân buyursunlar. Hakkı Bey ile görüşüyor ve sizden ve mahabbetinizden pek zevkyâb olduklarını beyân ile izhâr-ı surûr ediyorlar.

Tekrar özürler diler ve Gazzâlî Bey’in mâlumâtını elde ettiğim dakikada arz-ı mâlumât edeceğimi bildiririm. Sıhhat ve âfiyetinizi ve devamlı tedkikler neticesinde elde ettiğiniz yazılarınızı ve hakikati beyân eden fikir ve kanaatlerinizi efkâr-ı umûmiyyeye sunmanızı Cenâb-ı Hakk’dan niyâz eder ve hürmetlerimle birlikte gözlerinizden öperim, efendim, hazretim. Refîkam hürmetler eder, çocuklar ellerinizden öperler.

15 Teşrin-i Evvel 1965
el-Fakîr Mehmed Fehâmeddîn el-Mısrî

Mehmed Fehâmeddîn [Ulusoy] Efendi, Bursa’daki Mısrî Dergâhının son postnişîni, Yâdigâr-ı Şemsî başta olmak üzere birçok eserin sahibi Mehmed Şemseddîn Efendi’nin [Vefatı:1936] oğlu olup, 1985 yılında Hakk’a yürümüştür. [Müfid Yüksel]

Yaşar Baba’nın tarikat tarafı

İlk intisâbı Halvetiyye’nin Sünbüliyye kolunadır. Mevlevîhâne Kapısı’nda Sünbüliyye tarikatından şimdi câmi olan Çifte Kapılı ya da Mimmar ‘Acem Tekyesi postnişîni, yorgancılar kâhyası Sofuoğlu Ahmed ‘Arif Efendi, Yaşar Baba’nın eniştesi oluyordu.

O zamanlar, henüz 23 yaşlarında yakışıklı bir delikanlı olan ve “Hâfız Yaşar” ismi ile bilinen, geleceğin Baba Erenleri ilk def’a eniştesi Şeyh ‘Arif Efendi’nin elenden çeyizlendi. [Ondan tekbirli bir ‘arâkiye giydi.] Bu itibârla Baba’nın tekyeye bağlı bir dervîş olarak ilk def’a zikir halkasına oturması, deverâna girmesi bu dergâhın meydanında oldu.

Burada gereken tarikat terbiyesini gördükten, nasîbi kadar feyzi aldıktan sonra, Kâdirî şeyhleri içinde mübarek bir şahsiyete sahip olarak bilinen ve İstanbul’da şöhret yapmış Müştakzâde Şeyh İbrahîm Edhem Efendi ile tanıştı.

Şeyh İbrahîm Edhem Efendi, Karagümrük’te Kâdiriyye’nin Ahiye-i Resmiyye kolundan Alîme Hatun veya meşhur ismi ile Kabakulak tekkesinde misafir olarak kalıyordu. Yaşar Baba da zâkirbaşılığında bulunuyordu. Yaşar Baba şeyhi ilk görüşünde pek sevmiş kalbi ona kaymıştı. Manevî kemâline, hareket ve tavırlarına ve şahsiyetine herkesin saygı gösterdiği, meclub ve müştak olduğu bu zâtı Yaşar Baba da ilk görüşünde sevmiş, ona karşı içinde duyduğu iştiyak anlatılmayacak derecedeydi. O da Yaşar’ın halini beğeniyor ve kendisini takdir ediyordu. Nihâyet aralarında bir alışveriş başladı.

Yaşar şeyhe gönül verdi. Şeyh de Yaşara bir “gül” verdi.

Kâdirî tarikatının ananevî mübarek bir nişânı olarak başta taşınan ve çiçek motifi şeklinde yedi renk ham ibrişim ile işlenen bu “gül”ü, Yaşar ‘arâkiyesinin tepesine dikip, başının üstünde gezdirdiği zamanlar Gavs-ı A’zam bendesi idi. Kâdirî fukarâsından [dervişlerinden] Yaşar Dede olmuştu. Arakiyye, dervîşin ilk başlığıdır. Süt gibi bembeyaz veya bal köpüğü renginde olur. Döğme keçeden, tiftikten yapılır. Tepesi ortadan kılınçlı, hafî kubbeli yahut kalıplanmış gibi düz tablalı ve sarıksızdır. Tarikata giren dervişe şeyhi tarafından “tekbîr” ile giydirilir. Kullanıldığı müddetçe hiç yıkanılmadığından ince dikişli, eski beyaz takke üstüne giyilir.. Vefatında boy abdesti verildikten sonra kefeni bağlanmadan önce şeyhi veya onun halifesi -bunlar da yoksa- o tarikattan bir kıdemli Dede tarafından tekrar başına konulur. Diğer emânetler de koynuna, i kefeni arasına sokulur. Buna “Gidiş cehizi, çeyizi” derler.

Şeyh Edhem Baba’nın Hicrî 1304 tarihinde vefatı ile Yaşar Baba tarikat yetimi olarak ortada kaldı.

Şeyh İbrahîm Edhem Efendi, Kâdiriliğin Müştakiyye kolunun kurucusu ünlü Bitlisli Mustafa Müştak Baba’nın [1172/1759-1247/1831] oğludur. Tevellüdü 1219/1804’tür. Babasından mücâz olup, önce Muş ve Erzurum’da sonra da İstanbul’da tarikat faaliyetlerini icra etmiştir. Hind ve Horasan ülkesi dahil bir çok ülkeye seyahatte bulunmuştur. Erzurum ve İstanbul’daki birçok Kâdirî dergâhı O'nun silsilesinden gelmiştir. Keşfi Osman Efendi dergâhı, Bayrampaşa Tekyesi, Gümüş Baba dergahı bunların başlıcalarıdır. İstanbul’daki halifeleri: Saçlı İbrahim Efendi, Hoca Rahîm Efendi, Gümüş Baba Dergâhı şeyhi Bitlisli İbrahîm Hürrem Efendi -Bayrampaşa Tekyesi’nde medfundur-, Keşfî Osman Efendi Dergâhı Şeyhi Şeyh Muhammed Müştak Kemterî ve Cebbarzâde Süleyman Nezîr. Müştakzâde Şeyh İbrahîm Edhem Efendi 1304/1886 tarihinde İstanbul’da vefat etmiş olup, cenaze namazı Fatih Camii’nde eda olunduktan sonra, Edirnekapı'da defnedilmek üzere götürülürken, cenaze alayı, Kabakulak Tekkesi’nin sokağından geçtiğinden burada durularak, cenazesi bu tekkenin haziresine defnedilmiştir. Şeyh İbrahîm Edhem Efendi’nin Kâdirî tâclı şahidesiyle, parmaklıklı kabri halen tekke haziresinde mevcut olup kitâbesi şu şekildedir:

Yâ Hû

Nesl-i ‘Abdulkâdir-i Cîlîden işbu zât-ı pâk
Oldu Müştakzâdelikle şöhre-i bây u geda
Kâdirî-meslek idi müstağrak-ı Fillâh idi
Çıkmaz idi ‘aşkdan gayri lisânından sadâ
Nur-ı zât-ı Hakk’a bir pervâne-i sâdık olup
Bezm-i meydan-ı erenlerde dönerdi dâima
Nûş-i câm-ı Kevser-i vuslat ile mest u müdâm
Devrini görsünler âhir Mustafa vü Murtazâ
Geldi bir sıyt-ı esef-engîz Tarîh Nebîl
Döne döne erdi şem’-i ‘izzete Edhem Baba

Sene 1304 Fi 7 Rebi’ilâhir Cumartesi

[Müfid Yüksel]

Sülukunu tamamlamak için hemen Unkapanında, Salih Paşa mahallesi Yeşil Tulumba sokak’ta yer alan Rufâiyye’den Şeyh Abdülhalîm Efendi Tekyesine gitti. Yeniden, oranın postnişîni ve Üskübî Camii ve mahallesi imamı Hacı Hâfız Mustafa Muhyiddîn Efendi’nin teslîk ve terbiyesi altına girdi. Kısa bir süre içinde o da Cemâl yurduna yürüyüp vefat edince, Fatih çevresinde-Kadıçeşmesindeki Müftî Hamamı Tekyesi’ne başvurdu. Unkapanı, Yeşil Tulumba’da ve Salih Paşa mahallesinde Rufâiyye’den Şeyh Abdülhâlîm Tekyesi postnişîni bulunan Hacı Hâfız Mustafa Muhyiddîn Efendi'ye, o çevredeki Üskübî Çakır Ağa Camiî’nin ve mahallesinin aynı zamanda imamlığını yaptığı için “Üskübî İmamı” da derlerdi. Çetin Altan’ın yakın zamanda [1965] vefat eden büyük annesinin babasıdır. Çok zengin ve hayırlar sahibi bir zât olduğundan halk arasında “Kırk anahtarlı şeyh Mustafa Efendi” diye tanınırdı.. Uzun yıllar imam ve hatipliğinde bulunduğu Cibâli’deki Üskübî Çakır Ağa Camiî yanınca kesesinden, kendi parası ile yeniden yaptırmıştı. Ayrıca, camiin yanına bir büyük fırın, bir kahvehâne ve bir gazino ve birkaç dükkan ilâvesiyle vakfederek camiin yıllık gelirini artırdı. Fırına Üskübî Fırını derlerdi. Gazino, sonradan sabunhâne oldu. Hâla duruyor.


Mustafa Efendi Camiinin yanındaki konağında otururdu. Hicrî 1329 yılında bu konakta göçtü. Tekyesinin haziresinde babası Şeyh Abdülhalîm Efendi’nin yanında yatıyor.


Bahriye nâzırı Bozcaadalı Hasan Hüsnî Paşa’nın, Şeyh Hacı Mustafa Efendi’ye intisabı vardı. Kendisini sık sık ziyâret eder ve uzun zaman huzurunda kalırdı. Demokrat Parti’nin ilk iktidarında Zonguldak Milletvekili olan maden mühendisi Galatasaraylı Cemal Kıpçak, Şeyh Hacı Mustafa Efendi’nin yedi kızından birinin oğludur. Evlâttan bulunması dolayısıyle tekkenin şeyhliği ve tevliyeti ırsen kendi üzerinde bulunmaktadır.


Şeyh Mustafa Efendi’nin tekke haziresinde bulunan mezar taşında şu kitâbe vardır:


[Mezar Taşı] [Silindirik ve Rufaî Tâclı]


Huve’l-Bâkî [Müsenna-Aynalı]


Mürşid-i zî ilm u irfân muktedâ-yı muhterem
Arif-i âlî-himem sâhib-i vefâ-yı muhterem
Mazhar olmuştu ezelden hubb-ı Haydar sırrına
Zikr u fikriydi heme âl-i abâ-yı muhterem
Fahr ile olmuştu Sultan Rufâî bendesi
Şeyh idi derviş idi rûşen-lika-yı muhterem
Bir nice müsterşidi yıllarla irşâd eyledi
Lem’a-dâr-ı feyz idi her dem şu câ-yı muhterem
Hasr-ı enfâs eyleyip zikr-i Huda’ya rûz u şeb
Hû deyip göçtü cihândan Mustafa-yı muhterem 

Sene 1329 (1910) 

[Müfid Yüksel]

Kiliseden çevrilme tarihi bir ma’bed olan bu dergâhın son münevver şeyhi Mustafa Râşid Rahmî Efendi yaş ve kıdem itibâriyle zamanının Şeyhu’l-Meşâyihi [Şeyhler Şeyhi] sayılıyordu.

Yaşar, bu sefer de bu muhterem zâtdan tecdîd-i vuzû’ eyledi. [Tecdîd-i Vuzû’: Şeyhinin vefatı dolayısıyle seyr u süluk denilen tarikat terbiyesi, manevi vazifeleri, dersleri yarıda kalan dervişin aynı tarikattan başka bir şeyh efendiye yeniden bağlanıp tekrar süluka girmesine, derslerine kaldığı yerden veya yeni baştan başlayıp devam etmesine, tarikat dilinde tecdîd-i vuzû’ denilir. Lügâtte Abdest tazelemek manasına gelir.]

Derece ve mertebeleri, usûlüne göre zamanla birer birer geçip tamamladıktan sonra Râşid Efendi Hazretlerinden Rufâî tâcı giydi ve hilâfetnâme aldı. Bu sûretle Sünbülî dervişi, Kâdirî dedesi, Hâfız Yaşar, artık teslik ve irşada ehliyetli, icra-yı meşihata me’zun [Tarikat yaymaya, meydan açmaya, derviş alıp yetiştirmeye, hususiyle âyîn-i şerîf icrasına izinli ve yetkili] bir Rufâî halifesi ve şeyhi olmuştu. Başına, Rufâîlere mahsus siyah şemle [sarık] sarıyordu.

Yaşar Baba’nın Bektaşîliğe girişi

Yaşar Baba’nın Bektaşîliğe girişi, Fethiye’de Mehmed Ağa Caddesindeki evinden Eyyüb’e taşındığı yıllara rastlar.

Bu tarikatta ilk talibliği ve nasîbi Üsküdarlı Büyük Tevfîk Efendizâde Ziyâ Baba’dandır.

Aynı zamanda ilmiyyeden bulunması münasebetiyle kendisine “Ziya Molla” da denilen Ziyâ Baba, Üsküdar’da, İnâdiye çevresinde eski menzilhâne yokuşunda [şimdiki Karaca Ahmed Caddesi] meşhur Rufâî âsitânesinin [Perşembe Tekkesi] postnişîni bulunuyordu. Kullanılmayan uzun ismi; Ahmed Abdülkâdir Ziyâuddîn Salâhî’dir. Şâir, edîb, âlim ve ârif bir zât olan Ziyâ Baba’nın 1336 Rebi’ulevvelinde, dünyamızdan ayrılması, onu tanıyan herkesi, bilhassa Üsküdar halkını çok üzmüştü. Şeyhu’l-Üdebâ Salih Sâim Bey, onun vefatına şu tarihi söyledi:

Sûretu’n-Necm’in Ziyâsı sâyesinde Sâima
Verdi Mevlâ Şeyh Ziyâ’ya Cennetu’l-Me’vâ’sını
1336 H.

Hakikaten yüksek görüşlü, tahsilli, bilgili, olgun, uyanık, hâl ve gönül ehli bir insandı. Rufâîlik ile Bektaşîliği şahsında kolayca birleştirmiş, bunları birbiriyle kaynaştırıp Yol Kardeşi etmişti. Bunları aksatmadan kolkola gezdirmesini pek iyi biliyordu.

Yazları olunca yakacıkta bulunan diğer kendi tekkesine gider; bazen de Eyyüb’e gelir, kendisini hasretle bekleyen dostlarında misafir kalırdı. Yaşar’ın Ziyâ Baba ile tanışıp anlaşması bu tarihlerde başlar.

Ziyâ Baba Eyyüp’de eski-Yeni camii şerîfinin karşısındaki evinde oturduğu zamanlar Yaşar, Ziyâ Baba’dan nasîplenmek arzusuna düştü.

Kubbe Tekkesi’nde zikir arkadaşı ve pîrdaşı sonra halifebaba olan Postacı Giritli Ali Cemâlî ile Ziyâ Baba’ya gelip, ondan nasîp aldılar. İkisi birden onun ikrar bendesi oldular. Bu nasîplenme neş’esine daha sonra başkaları da katıldı.

Merdivenköy Şahkulu Sultan Dergahı-Cem ayini ibadeti yapılan meydan
Nakşibendiliğin kolu olan Hâlidîlerden ve katı sofulardan başka; Alevîler-Bektaşîler başta olmak üzere bütün tarikat mensuplarınca Muharrem ayı, Mâh-i Mâtem [Mâtem Ayı] olarak bilinir. İlk günlerinden Safer ayının sonuna kadar bütün tekkelerde İmam Hüseyin’in ve Kerbelâ Şehîdlerinin mübarek ruhlarını ta’ziye için mersiyeler okunur, kurbanlar tığlanır [kesilir], aş pişer, âşure kaynar, gelene gidene, hele fakir fukarâya bu Ali sofrasından, İmam Hüseyin çorbasından bol bol dağıtılır, bol bol cünbüşlenilir[yenilir]di.

Zamanının birinci sınıf mersiyehânlarından biri olan Yaşar Baba’yı bu münasebetle İstanbul tekkelerinde paylaşamazlardı.

Şehrin Bektaşî tekkeleri içinde en eskisi ve mücerred koldan gelenlerin ilki olan Merdivenköy Şahkulu Sultan Tekkesi’ne de [ikincisi ise Yedikule-Kazlıçeşme’deki Perişan Baba, diğer adıyla Eryek Baba Tekkesidir.-M.Yüksel] Yaşar Baba’yı mersiye okutmak üzere bilhassa davet ederlerdi. Zâten eski dostu ve bu işlerde rehberi Ali Cemâlî de oradaydı. Ayn-i Cem’lerde, tekkenin aşevinde [matbahında] aşçılık ediyordu. O'nun ısındırmasıyla Yaşar’ın gönlü Tekke’ye yatmıştı. Bu iki vesileyle, biraz da kendi isteğiyle oraya gidip gelirken, Dergâh’ın postnişîni ve Bektaşîlik edebiyatının son mühim simâsı Mehmed Ali Hilmî Dedebaba’nın huzuruna çıktı; ondan nazar ve teveccüh gördü. Bu neş’e ile O'nun meydanında bir süre pervânelik etti, hizmetinde bulundu. [Merdivenköy Şahkulu Sultan Dergâhı postnişîni Mehmed Ali Hilmî Dedebaba ile ilgili olarak bkz: Müfid Yüksel, Bektaşîlik ve Mehmed Ali Hilmî Dedebaba, Bakış Yayınları, İstanbul, 2002]

Erenler eşiğinde, yol erkânında böylece gereken vazifeleri, vecîbeleri kusursuz olarak görüp bitirdikten sonra, o vaktin Halifebabası ve Çamlıca Tekkesi [vaktiyle “Firâz-ı Üsküdâr” denilen Büyük Çamlıca tepesinde şimdi arsası ve harabe halindeki kalıntısı kalmış bulunan Hacı Tâhir Baba zâviyesidir. Müfid Yüksel] postnişîni Ali Nutkî Baba’dan -yine Ali Cemâlî ile beraber- Babalık icâzetnâmesini alır.

Ali Nutkî Baba, Çamlıca-Kısıklı, Nur Baba Bektâşî Tekkesi şeyhi Nurî Baba’nın oğlu olup, 1286/1869’da doğmuştur. Mehmed Ali Hilmî Dedebaba’dan el alarak tarikata girmiştir. Halifebabalığı Pîrevi’nde almıştır. Babasının ardından tekkenin postnişîni olmuştur. 1936’da vefat etmiş olup; önce Çamlıca tekkesine gömülmüş, Çamlıca tekkesi yıktırılınca kabri Merdivenköy Şahkulu Sultan Tekkesi arkasında yer alan, Mansur Baba Mezarlığı’na nakledilmiştir. Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nun Bektâşîlik aleyhindeki ünlü “Nur Baba” romanının Nuri Baba ve Ali Nutkî Baba’yı hedef aldığı söylenmektedir. Ayrıca, Karaosmanoğlu’nun daha önce Ali Nutkî Baba’dan el almış olduğu da iddia edilmektedir. [Müfid Yüksel]

Yaşar Baba, başındaki Rufâî tâcının üstüne bu def’a yine siyah destarlı, edhemî terkli [on iki dilimli] bir Bektaşî fahri [tâcı] geçirmiş bulunuyordu. Bu sûretle zâkirbaşı postundan, Rufâî şeyhliğinden Bektaşî babalığına geçen Yaşar Baba, kendi meydanını da nasîplendiği ilk yer olan Eyyüp’te açtı.

Eyüp-Bahariye caddesinde, 16 Mart Şehitleri’ni biraz geçince, hemen gelen birinci evi ilk refîkası Nazmiye Hanım’ın parası ile satın almış, bir müddet sonra burasını bir bektaşî zâviyesi haline getirmişti. İki katlı, sarı badanalı, yarı ahşap, yarı kârgir olan bu evin yanı ve arkası, yukarı yamaçtan inen geniş mezarlığın etekleriyle çevriliydi. Karşı sırasında develerin geviş getirmesi dışarıdan duyulan meşhur Deveciler Hanı vardı. [Eski Eyyüplüler buralara Atmaca Mevki’i diyorlar.]

Zâviyenin yanıbaşında yatan ve türbesi ziyaretgâh olan; mazanna-i kirâmdan [Kerametleri zahir olmuş büyük velîlerden] Süleyman Veliyuddîn ismiyle buraya “Süleyman Veliyuddîn Baba Tekkesi” denildi.

Yaşar Baba, bu dergâhın alt katında haftada bir açtığı Meydan’da aşka düşmüş muhibbler, canlar uyandırdı. Dervişler yetiştirdi. Ziyâ Baba ahirete intikal edince, ondan nasîp almış olanların hepsi Yaşar Baba’ya geldiler. Ziyâ Baba’nın yanında rehberlik vazifesini yapmakta bulunan Ali Cemâlî de burada aynı şekilde Yaşar Baba’nın rehberliğini yapıyordu. Nasîpli canlardan bir kısmının -Bektaşîlik icâplarına göre- teslik ve terbiyesini üzerine almıştı. Yaşar Baba da göçünce, bu muhibbler olduğu gibi Ali Cemâlî Baba’ya gelmişlerdi.

Süleyman Veliyuddîn Zâviyesi pek harâb hale gelince, Yaşar Baba Eyyüp sırtlarında, Gümüşsuyu Tepesi’ndeki Karyağdı Baba Tekyesi’ne geçti. Buranın postnişîni Kıyâm zâkirlerinde ve güzel Durak okuması ile tanınan, Hâfız Baba lakâplı Şişman Mehmed Salih Baba’nın 1332’de vefatından sonra, aynı vazifenin başına Yaşar Baba getirildi. Tekke’nin şeyhliğine önceleri vekâlet etti sonra asil oldu.

Bu tarihî tekkede kaldığı müddetçe Demine, Devrânına Muhabbetler” yapmakta, erkân sürmekte devam eyledi. Tanınmış tanınmamış birçok kimseye Bektaşîliği aşıladı; dergâhına gelenleri boş çevirmedi, nasipsiz bırakmadı.

Yaşar Baba muhteşem zâkirbaşılığının yanında takdir edilmekteki çelebî halleri ile de tam bir İstanbul Efendisi’ne benzerdi. Terbiyeli, edepli, sâkin ve soğukkanlı bir insandı. Karşısında kim olursa olsun “Efendim”siz konuşmazdı. Sinirlendiği zamanlarda bile ağzından kötü bir söz çıktığı duyulmamıştır. Muâşeret irfânı, nezâket duyguları bu derece yüksek ve yürektendi. Çok da sabırlı ve tahammüllü idi. Tekkelerin sırlanmasından [kapatılmasından] sonra sıhhat ve neş’esini kaybetmişti. Üzüntüleri arttıkça rahatsızlıklarda biribirini takib ediyordu. Takatsiz, mangırsız kalmıştı. Gine de kendi üzüntüsüyle başkasını meşgul etmek istemediğinden kimseye hâlinden şikâyette bulunmazdı. Üstelik neş’eli görünmeğe çalışırdı. Zira, onun nazarında huzur bozmak, neş’e kaçırmak en büyük günah sayılırdı.

Devir görmüş, umûr görmüş bir insandı. Hâfızasında zamanla toplanmış bir hayli hâtıra vardı. Bu itibârla çok fıkra ve hikâye bilirdi. Son çağların meşhur şahsiyetlerine âit bilhassa eski zâkir, bestekâr ve tekye şeyhlerine âit kafasında sıralanmış çoğu duyulmamış bilgi ve görgüler icâbında bir kitap olabilecek zenginlikte idi. Ne yazık ki bunlar, vaktiyle kendisinden tesbit edilemedi. Nüktedanlığı, hâzırcevâplığı da ayrı bir âlemdi. Kendisinden de şu fıkrayı anlatırlar:

Ramazan’da müezzinbaşılığını yaptığı Çiftesaraylardan kendisini alıp terâvîh kıldırmak üzere Amîne Sultan’ın Arnavutköyü’ndeki yalısına götürürler. İlk gece namazı bildiğimiz şekilde kıldırır. Herkesi memnun eder, teşekkür kazanır.
Birkaç gece sonra terâvîh’i kıldırırken Fatiha’dan sonra okunması gereken âyeti hatırlayamaz. Ne yaptı ise toparlayamaz. Sezdirmemek için aklına gelen Şu’ûl isimli Arabî ilâhîlerden bir parça okuyup rükû’a varır, işin farkına varanlar, namazdan sonra:
-Yahû bunu nereden çıkardın Baba Erenler?
Hemen cevâbı yapıştırır:
-Kur’ân’ı her gece okuyup da israf edecek değilim ya! Bir gece de böyle olsun! Hem bir de değişiklik olur! dedi. Gülmekten katılırlar.

Son yıllarında hayatı çok sıkıntı içinde geçiyordu. Aktör Şâdî Bey bu eski üstâdını himâyesi altına alıp Şehzâdebaşı’nda işlettiği Ferah tiyatrosunda O'na küçük bir vazife verdi. Tiyatroya gelenlerin biletlerini yakıyor, salonda yerlerini gösteriyordu. Fakat bu iş ona ağır geldi. Yapamadı, dayanamadı nihâyet bir şeker bayramı [Ramazan Bayramı] nın arefe gününe rastlayan 17 Kânûn-i Sânî [Ocak] 1934 tarihinde akşam ezanı ile yatsı arası kendi muhibblerinden Mübâşir Nihâd Baba’nın evinde, bir muhabbet sırasında birden göçüverdi. Birkaç dakika önce de bu âleme vedâ etmek üzere olduğunu seziverir gibi olmuştu.

Geçenlerde vefat eden merhum Prof.Dr.Nezihi Eldem, Mübaşir Nihad Baba’nın muhiblerindendi. Bu makaleyi bir tebliğ metninin içinde sunarken o sırada salonda bulunan, merhum Nezihi Eldem sunumun ardından, bize muhibbi olduğu Nihad Baba’dan birçok anekdot nakletmişti. [Müfid Yüksel]

Cenâzesi kendi evine getirilip, iki gün bekletildikten sonra bayramın ikinci günü hiç umulmayan çok az bir cemaat ile kaldırılıp, öğle namazı [akabinde] Eyyüp Hazret-i Hâlid Camiinde kılındı. Gümüşsuyu sırtlarında Zeyneb Hatun mahallesinde, postnişîni olarak bulunduğu Karyağdı Baba tekyesi çevresine sırlandı. Yaşı yetmişti. Yaşar Baba’nın kabri bu civardaki İdris köşkü caddesinin aşağı tarafındaki Kırkmerdivenler mezarlığındadır.

Yaşar Baba Fethiye’den Eyyüb’e gelmişti. Sonra İslambey mahallesinde Bülbül Deresi’nde oturdu. Sonra Bahariye’ye geldi. Karyağdı tekkesinde bulundu. Tekrar Bahariye’ye gelip ilk refikası Nazmiye Hanım’ın aldığı eve geçti.

Bilmediği şeyleri bellemekte şaşırtıcı halleri vardı. Hiç duymadığı, işitmediği bir İlâhî veya eseri bir okuyuşta hâfızasına alır. Sanki daha önceden biliyormuş gibi çabucağın içinde onunla taksime başlar Tevhidi memerr ederdi. ....Yılında Bursa’ya geldiği zaman Mısrî âsitânesinde aynı hal olmuştu.

Yaşar Baba, erkek-kadın 28 kişiye nasîb verdi. Bunlardan hatırımıza gelenler:

Eyüp, Evlice Baba (Hâkî Baba) Kadirî dergâhı son postnişîni, Hüseyin Nazmi Ceylan’ın oğlu Fâdıl Bey’in bize naklettiğine göre; Halil Yaşar Baba hayatının son yıllarında bir gün Nazmi Ceylan’ın yanına gelir. Kendisindeki Bektâşî tarikat mührünü ona vermeği ve Babalığı ona devretmeği teklif eder. Nazmi Ceylan ise zâten birçok tarikattan icâzetli olduğunu, Bektâşîlik âdâb ve erkânının kendisine daha fazla yük getireceğini, ağır geleceğini ifade ederek bu teklifi kabul etmez.
Bunun üzerine Halil Yaşar Baba, Haliç kıyısına giderek elindeki Bektaşî Babalığı mührünü Halic’in sularına bırakıverir. [Müfid Yüksel]

Karagümrüklü Hacı Şeref
Terlikçi Mehmed Efendi
Mübâşir Nihâd Baba [Sonra .......Mustafa Baba’dan Babalık icâzeti aldı. Eyüp Sulh Mahkemesi mübâşirliğinden emekli idi.]
Mâliyeci Cevâd Bey
Eyyüp-Câmi’i Kebîr kayyımbaşı Hattat Cemâl Efendi [Tâclı Derviş idi.]
Aynı Câmide Müezzinbaşı Darıcı Tevfîk Efendi’nin oğlu Hâfız Hâlid [Küçük Hâlid]
Alyanak Ahmed Bey [Neyzen, Udî, Tanburî, yüzbaşı]
Boşnak Asım Bey [Baba’nın ilk nasîplisidir. Postacı Ali Cemâlî Baba’nın büyütmesidir. Zonguldak’ta elektrik kaynakçısı idi. Emekliye ayrıldı. Tanburcu Muhsin ile Cevâd Bey’in rehberi Potacı Ali Baba idi.]
Hatice Feyyan Hanım [Ümmi Kenan Tekyesini açan Filibeli Kenan [Rifâî] Efendi’nin annesi.]
Tanburî Muhsin [Ortalı Mehmed Muhsin]
Udî Ahmed [Marangoz]
Aşçı Ahmed [Vezirtekkeli Ahmed Beysan]
Ağızlıkçı Nurî [Şifa Yokuşlu]
Necmî Efendi [ Askerî Kâtip]
Şerafeddîn Bey , Bahriye Yüzbaşı [Ereğli’de Liman Reisi]
Cevdet efendi [İzmir’de Kiraz Han sahibi. Şimdi Baba’dır.]
Muhyiddîn [Balıkesir’de Mal müdürü, Refikası Şefika Hanım ile birlikte nasîp aldılar]
İsmail Efendi [Balıkesir’de askerî kâtip]
Yusuf Efendi [Balıkesir’de marangoz]
Hayali Küçük Ali [Tatar Ali]
Tesbihçi Hakkı Usta

Yaşar Baba’dan nasip alanlardan

Ahmed İhsan Bey
Üsküp Priştinesindendir. Hiç evlenmemişti. Üsküplü İhsan Bey derlerdi. Milli Emlâk’ta memur idi. Emekliye çıkdıktan bir müddet sonra hastalandı. Yalnız olduğu için Dârulaceze’ye yatırıldı. Orada göçtü.
Mahyacı Cevâd Bey
Eyyüb Cami-i Kebîr kayyımlarından Küçük Hâlid [Hâlid Hoca, Gassâl]
Yaşar Baba’dan nasip almış Küçük Hâlid Efendi merhuma [Ğut Ğut Hâlid] de derlerdi. Gassalliği gibi düğün aşçılığı ile de meşhur olmuştu. Bundan dolayı Özkebap’ı soyadı olarak almıştı.
Mübâşir Nihâd Baba
Tanburcu Muhsin
Tesbihçi Hakkı Usta [Şimdi Üsküdar’dadır.]

Yaşar Baba, iki zâta da reislik kaşesi vermişti. Biri Hilmî Mısrî, biri de Klasik Hasan'dı. Klasik Hasan'ı Eyyüb’te Selâmî Dergâhı’nda, Hilmi’yi de Balçık Tekyesi’nde bir Tevhid sırasında kaşelemişti.

Yaşar Baba’nın divitçi ustası Savaklar’da Yeni Mahalle [Hacı Hüsrev] Camii’nin imamı Hâfız Cemîl Efendi idi. 


Merhum Cemaleddin Server Revnakoğlu’nun Yaşar Baba hakkında yazdığı müsveddeler burada sona ermektedir. Yaşar Baba'nın, tekkesi, mezarı ve kitabeleri hakkında kısaca bilgi verelim. [Müfid Yüksel]

Tekkesi

Bu tekke 1241/1826’da diğer bir kısım Bektaşî tekkeleri meyânında yıktırılmış olup, Sultan Abdülaziz döneminde Mehmed Necîb Baba tarafından faaliyete geçirilip binaları bu devirde müceddeden inşa olunmuştu. Diğer bir çok Bektaşî zaviyesi gibi meskun mahallerin uzağında ve yüksek ve deniz manzaralı bir mahalde kurulmuş olan bu tekke tepenin en yüksek yerinden aşağı güneye doğru sıralanan yapılardan oluşmaktaydı. Tekkede Sema’hâne (Meydanevi), harem, selâmlık, aşevi ve derviş hücreleri, kuyu sarnıç ve hazire bulunmaktaydı. En güneyde bayır aşağı büyük bir bahçe içerisinde zemini kârgir büyük bir ahşap konak şeklindeydi. Bahçesi yüksek moloz taş duvarlarla çevrili olup bahçe kapısı ahşap kanatlıdır. Bu harem binası zaman içerisinde virâne hale gelmiş ve arsası satılmıştır. Son yıllarda burada turizm amaçlı yeni bir ahşap bina yapılmıştır. Ortada kalan sema’hâne ise 1978’deki yangın sonrasında yıkılmış olup sadece arsası ve Halic’e bakan kesme kufeki taşından duvar bakiyeleri kalmıştır. Diğer bölümleri ahşap olan sema’hâne binası büyük pencerelere sahip tek katlı büyükçe bir bina şeklindeydi. Halic’e bakan kısmında cümle kapısı üzerinde cihannüma ya da köşk şeklinde şeyh odası bulunmaktaydı. [Tanman, 1990:602] Sema’hâne’nin sağ tarafında güneybatı köşesinde yer alan aşevinin ise sadece ocağı günümüze gelebilmiştir. Kuzeyde hazirenin sağ tarafında yer alan ve günümüze gelebilen iki katlı selâmlık binası ise zaman içerisinde büyük değişikliklere uğramış eski görünümünü ve hususiyetini tamamen kaybetmiştir. Bu bina muhtemelen 1978 yangınından sonra yeniden muhdes olarak yapılmıştır.

Tekkenin haziresi, sarnıcın bulunduğu avlu ve selâmlık binasının bulunduğu alan moloz taş örülü alçak duvarlarla çevrilidir. Bu duvar örgüsünde bir çok mezar taşının kullanılmış olduğu görülmektedir.

Tekke ve Mezar Kitâbeleri

Kuzey Avlu Kapısı Kitâbesi

El-cûdu mine’l-mevcûdi
Karyağdı makâma ‘izzet ile
Kış yaz sırr-ı nükhet ile
Kaddese sirrehu’l-Vedûd

Sarnıç, Kuyu Bileziği Kitâbesi

Daire kesitli, sade görünümlü sarnıç bileziğinin sathında yedi kartuş içinde kısmen mesur kısmen de mazum iki kitâbe yer almaktaydı. Bu sarnıç bileziği 1992’de çalınarak Çukurcuma’da antikacı Muzaffer Gülmez’in dükkanında satışa sunulmuştur.

Sarnıç bileziğinin ta’lik hatlı kitâbesi şu şekilde idi:

[Ön Yüz]

Karyağdı Baba Dergâhı muhibbânından Mustafa Şevkî
Efendi’nin inşâ eylediği sahrnıcın hasenâtından
Geçmişlerinin ervâhları ve cümle ehl-i imânın
Rûh-ı revânları şâd u handân ola

[Arka Yüz]

Efdalu’l-A’mâli Sakyu’l-Mâi buyurmuşdur Resûl
Fi sebîlillâh li rûhi’l-Haseneyn ola makbûl

Fi Sene 1313 Gurre-i Şa’bân

Hazirede şu anda onüç [XIII] kabir bulunup, şahide kitâbeleri şu şekildedir:

I.

Hû Dost

Kullu şey’in yerca’u ila aslihi
Fermânına imtisâlen teslîm-ı rûh etmiş olan
Karaağaç Dergâh-ı Şerîfi postnişîni Hasîb Baba
Bendegânından Yorgancı Asım Efendi’nin rûh-ı revânı şâd ola

Fi 28 Muharrem Sene 1305

II.

Hû Dost

Rumeli Hisarı’nda
Şehîdlik Dergâhı postnişîni Nâfi’ Baba muhibbânından
Kumkapı Serkomiseri Ali Rızâ Efendi’nin merkad-i me’vâsıdır
Cümle ehl-i imân ile beraber rûh-ı revânı
Şâd u handân olsun

Sene 1318 Fi 26 Receb-i Şerîf

III.

Hû Dost

Karyağdı Baba hazretlerinin dergâhı postnişîni Mehmed Necîb Baba’nın
Rûh-ı revânı şâd u handân ola

Fi 28 Şubat 1291

IV.


Hazret-i Şeyh Sâfî
Sülâle-i tâhirelerinden es-Seyyid Mehmed ‘Abdî Baba
Rûhu içun Fatiha

V.

[Baş Taşı] [Elifî Tâclı]

Kutbu’l-‘Arifîn Gavsu’l-Vâsılîn
Hazret-i Karyağdı Es-Seyyid Mehmed Ali
Kuddise Sirruhu’l-Celî

[Ayak Taşı]

Huve’l-Mu’în

Sâdât-ı sülâle-i Kâzımiyyeden Horasânî
Karyağdı ‘Ali Baba Kuddise Sirruhu’l-Celiyyu’l-A’la

VI.

[Ön Yüz]

Huvellah

Ey ‘âşıkân ey sâdıkân cism-i ‘unsur-i fâni-yi cihân
Sanma kalır bunda gelen bâkî kalır Allah hemân
Bu ‘âleme geldin ise haşr u neşre etme gümân
Bul sırât-ı müstakîmi Mevlâ sana etsün ‘iyân
‘Arifâne nazar ile Lâ Yemutû mü’min
Fahr-ı ‘âlem Mustafa’ya ümmet olan buldu dermân
Şah ‘Aliyyu’l-Murtazâ’nın evlâdına kurban olan
İçen hayât-ı Hızır’dan hayyu’l-Ebed olur ol cân
Hâfız sana mu’în oldur pîrin Hacı Bektâş Balım Sultân
Tarihimi dedim kendim “İnna İleyhi Râci’ûn”

[Sağ Taraf]

Karyağdı ‘Ali Baba
Türbedârı
Ve seccâdenişîni
Hâfız Mehmed Sâlih Baba
Merkad-i me’vâsıdır
Cümle ehl-i imân ile
Rûh-ı revânı şâd u handân olsun
Mevlûdu

Sene 1263

[Sol Taraf]

Divân-ı ‘Aşk
Sâhibi Hâfız Baba

İrtihâli Sene 1332 Fi 29 Kânûn-i Sânî

VII.

Allah Hû

Bende-i Al-i ‘Aba
Merd-i mücerred Debbâğ Süleyman Baba
Ruhu içun Fatiha

1227

VIII.


Kullu Şey’in Yerca’u İla Aslihi fermânına
İmtisâlen terk-i cân eden Karyağdı ‘Ali Baba Dergâhı postnişîn[i]
Hâfız Sâlih Baba mahdumu İbrahîm Selîm
Rûhu şâd ola tarih-i mevludu

Fi 1 Kânun-i Sânî Sene 1301 Vefat Tarihi Beş Eylül Sene 1302

IX.

Hû Dost

Esbak Şeyhu’l-Harem-i Hazret-i Nebevî huld-i âşiyân
İşkodralı Şerîfî Mustafa Paşa Hazretlerinin halîle-i muhteremeleri
Ve İpekli merhum ‘Abdurrahman Paşa kerîmesi merhume
Ve mağfure leha Dervîşe Nûriye Hanımın
ruhu içun Fatiha

Sene 1280 10 Cemaziyelevvel Za.[?]

Abdurrahman Paşa, Yaşar Paşa’nın mahdumudur. Bir hayli sene Üsküb Nâzırı olub, evâil-i ‘asr-ı Hazret-i Sultan Abdülmecîd Hânîde irtihâl eyledi. [M. Süreyya, Sicil, C.3]

X.

Hû Dost

Musa Baba kim ol bende-i Al-i ‘Abâ
Tarîka hizmet eyleyib olmuş idi pür-safâ
Nice yıllar kanmıştır bu tarîkın zevkine
Hemân mahrum etmeye ol Hazret-i Mustafa
Bu dergâha geldi ol buldu şeref
Kutb-ı ‘âlem Hacı Bektâş-ı Velî’den buldu Nurî ziyâ
Musa Baba’nın rûh-ı revânı şâd ola

Fi 5 Z. Sene 1232

XI.

Yâ Hû

Cennet-mekân merhum[e]
Sâhib[et]u’l-Hayrât
Hasekî Sultân ‘İmâreti Aşçıbaşısı Kalyonî Mehmed Baba’nın
ve kâffe-i ehl-i imânın
Ruhları içun El-Fatiha

Sene 1243

XII.

Lâ mevcûde illâ Hû

Kimseye Bezm-i Fenâ’da pîr u bernâdan ebed
Olmadı mümkün dirîğa ‘iyş u nûş-ı câvidân
İşte bu merhume kim zât-ı Hasîb Paşa ile
Hemşîr-i ‘ismet–eser olmuş iken nice zamân
Dest-i sâkî-yi ecelden câm-ı mevti nûş edib
Mest-i sahbâ-yı fenâ olub bekâ buldu hemân
Tâ ki oldukça afvda lücce-i ğafîr anda Hüdâ
Eyleye ahfâdını sıhhatle mesrûru’l-Cinân
Gûş edince fevtini tarîh-i tâm söyledim
Fâtima Nûriye Hanım Hû deyu buldu cinân

Sene 1284

XIII.

Hû Dost

Ey vefâsız dehr-i dünya senden kâm almadım
Sinnim Elli oldu tamâm bir safânı görmedim
Çıkarıb Rumeli’nden gezdirdin Asya’yı bâ tamâm
Ehl-i Beyt’e bende oldum gayre gönül salmadım
Destgîrim hem penâhım pîrim Hacı Bektâş-ı Velî ol hümâm
Müşfi’im olsun Muhammed melce’im Oniki İmâm
Karaağaç Dergâhı Postnişîni...

CEMALEDDİN SERVER REVNAKOĞLU
arşivinden [Galata Mevlevihanesi / bu arşiv 2006 yılında Süleymaniye Kütüphanesine taşınmıştır.]
MÜFİD YÜKSEL
aranotlar ve ekler ile [Tekke ve Mezar taşı kitabeleri] Latin harflerine aktarmıştır.

0 yorum:

Yorum Gönder

HAŞİYE

Hovardalık günlerimin sonunda daha fazla hayaller içerisine gömülür, pişmanlık, gözyaşları, lanetler ve sevinçlerle dolardı yüreğim. Bazı zamanlar, bu sarhoşluk ve her yanımı kuşatan mutluluk, bana kendimle alay etmeyi unuttururdu. Neredeyse damarlarımda dolaşırdı umut, inanç ve sevgi. O zamanlar dışarıdan gelecek bir mucizeyle önümdeki her şeyin ferahlayacağına, iyi, güzel ve kusursuz bir çalışma ufkunun beni beklediğine inanırdım. Yeraltından Notlar -Dostoyevski

CIRCA LUMINA

It seems to me that we must make a distinction between what is "objective" and what is "measurable" in discussing the question of physical reality, according to quantum mechanics.The state-vector of a system is, indeed, not measurable, in the sense that one cannot ascertain, by experiments performed on the system, precisely (up to proportionality) what the state is; but the state-vector does seem to be (again up to proportionality) a completely objective property of the system, being completely characterized by the results it must give to experiments that one might perform.

Roger Penrose- The Emperor's New Mind