DİL VE RUH


Eğer şimdi, şimdiki anın barındırdığı geçmiş zamanın seli içinde parçalanan dilin yıkıntı ve tortularına bakabilsen, dilin yaşam tarihini ve onun kaynağını görürsün. Dilin var olmaya doğru filizlendiği ilk dönem, sadece zayıf bir fonetiği yansıtan bir kısım harf tanecikleri devresidir ki bu harf tanecikleri genel ses içinde gizlenmişti ve çoğu tabiat seslerini taklit ederek ifade gücüne erişiyordu. Sonra duygu, istek ve manaların netleşmesiyle bu ses habbecikleri, hece diline doğru evrilmiş, tekamül etmiştir. Ardından niyet ve isteklerin çoğalmasıyla hecelerden birleşik dil yapısına doğru basamakları çıkmıştır. Uzak Doğu Dilleri bunun canlı belgeleridir.

Dilleri Allah mı yarattı, insan mı? Allah mı öğretti, insan mı öğrendi? Gökten mi indi, insan zihninin ürünü mü? Burada kavga körlerin döğüşü gibi olmuştur. Yani dindarlar, “Allah, dili, gökten Arapça veya İbranice veya Süryanice insan telaffuzu ile seslenerek öğretmiştir.” diyorlar. Buna mukabil, pozitivistler, “Allah falan yok. İnsan egosu, kendi zihinsel yaratısı ile bunları öğrenmiştir.” iddiasını savunuyorlar.

Böyle bir sahayı keşfetmek, ondaki sonsuz kelimeleri ve yazılım dosyalarını deşifre etmek aslında 5–10 cilt kitap ister. Bu ise hem zaman, hem maddi imkân hem bedeni yetenek olarak beni aşıyor. Fakat insanlığın, ruhunu, kültürünü, temel niteliğini yansıtan bu deryadan damıtma kabilinden bir kısım notlar yazacağız.  Belki insanlık etrafındaki tartışmalara bir anlam ve bir fayda sağlar; Sartre gibi nihilistlerin değersizliğine mukabil tarihe, varlığa, dile, dine bir açıklama olur. Belki gelecek nesil bu konuyu tamamıyla aydınlatır.

Aslında insanlığın etrafında dolaşan antropolojik gerçeklerde insanlığın çokça ihtilafı yoktur. Fakat soyut realiteler, somut olarak algılanınca (dindarların yaptığı gibi) ve somut gerçekler, yorumlanamayınca insanlık bugünkü bunalımı yaşıyor. Onun için bu gerçeklerden birisiyle işe başlıyoruz.

Adem, 46 kromozomlu kadınıyla erkeğiyle, insanın manevi, kültürel ve hukuki şahsiyeti demektir. [Ki kelime olarak da 46 eder.] Başta mitolojik belgeler olmak üzere, kutsal kitaplarda bunun en belirgin özellikleri şudur:

Başta Adem çocuk gibidir. Kaygı, endişe ve korkusu yoktur. Her şeyi canlı ve bütün olarak görüyor. Sonra gelişiyor, sosyal hayat ile ilgili birçok soyut kavramı öğreniyor.  Daha önce bir bütün olarak algıladığı varlığın değişik kategorilerini ve dosyalarını keşfediyor. Kendi beyin yeteneği ve duygusuyla tabiatın ders tahtasından o küçük varlıklara ve dosyalara birer isim takıyor.

Bu şekilde, diğer bütün varlıklardan ve meleklerden üstün olduğu anlaşılıyor. Âdemin en büyük mucizesi ta’lim–i esmadır. Bu kelime “Allah’ın ona isimleri öğretmesi” demektir. Evet, insanoğlu [âdem] beyninin soyut yetenekleriyle, sosyal ve tabii desteklerle bu büyük görevi gerçekleştiriyor. Burada soyut yetenekler, çevre ve sonsuz doğanın yazılımı olarak isimleri öğrenmesi, dini kitaplarda "Allah ona öğretti." diye ifade edilmiştir. Yani dinler sonsuzluğu, soyut değerleri biliyorlar. Allah’ı uzaklarda kabul eden teistik bir bakış açısını kabul etmezler.

Bu görevde kadın–erkek herkes eşittir. Yani her kadın, inancı, dili, kültürü, kişiliği ve hukuku itibari ile Âdem olduğu gibi; her erkek de edilgen ve kırılgan olan bedeniyle Havvadır, kaburgadır.

İsim, etimolojik olarak yüksek kabartı veya damga ve işaret demektir. İnsanoğlu o küçük dosyaları yani nesneleri umumi varlıktan ayırınca, onu tanıyınca, yeteneğine göre ona bir isim [işaret] takar. Ona sahip olur.

Evet, insanlık, mülkiyet edinip soyut değerleri öğrenince âdem olmuştur. Ve bu âdemiyet, diyalektik süreç gereği iki ayrı kol olarak çatışarak bu güne gelişerek gelmiştir.

Materyalize edilmiş değerlere bağlanan güç ve mitolojik manevi değerlere bağlanan idealist güç. Bunun en son örneği, Roma–Fransa’nın materyalize edilmiş kültürleri ile Yunan–Alman kültürü olarak yaşanılan ruhani kültürdür. [bkz.Lemeat, B. Said Nursi]

Dilin Kökenleri

Bu konuda üç görüş vardır.

1/ Mucizevî bir realite olan fakat sonra hurafeleştirilen, Allah’ın âdem’e dilleri [evet bütün dilleri] öğretmesidir.

2/ Homosapiens nesli olan yüz bin kişinin, ilkel fakat gelişmeye müsait lisanlarından dallanan bugünkü diller.

3/ Sosyal hayat ve insan ruhu bir tarla gibidir. Onda, eski yeni binlerce canlı gül gibi değişik renklerde ve değişik yapılarda diller gelişmiştir; şeklinde ifadelendirilen tekâmülcü görüş.

Bediüzzaman Said Nursi, Kızıl îcaz’da bu son görüşü savunuyor. Bence de bu son görüş, daha evrensel ve daha doğal ve daha gerçekçidir. Çünkü konuşma ve dil oluşturma yetenekleri olduğu halde bugün bile, yüzlerce çıplak kabile var ki henüz konuşmayı beceremiyorlar. Yani sonraki dönemlerde onlar tekâmül edecek, sosyal yapıları içinden duygularına ve çevrelerine uygun yeni bir dil doğacaktır. Ontolojik olarak varlık da sosyal hayat da insanın kültürü de bir ağaç gibidir. Yani bütüncül ve canlıdır. Fakat renk ve tat ve karakter olarak farklı meyveler verir.

Dilin Öğretmenleri
Duygular ve Tabiat ortamları

Hemen hatırlatalım ki bütün hayvan türlerinin kendine has dilleri yani ses işaretleri vardır, haberleşmeleri oluyor. Fakat soyutlama seviyesinde hiçbir türde, dil ve konuşma olmuyor. Ve beynin soyutlama merkezleri çok çalışınca, bellek gibi somut verileri kaydeden merkezler zayıflıyor. Onun için çocukların ve hayvanların hafızaları yaşı ilerlemiş şahıslardan daha güçlüdür.

İnsanoğlu bu manevi miracını yaşarken onun iki yardımcı arkadaşı vardır.

a/ Gelişmiş ve gizli şeyleri dahi kavrayan insanın duyu merkezleri

b/ Tabiat ananın, bin bir sesi ve nağmesiyle o sevimli çocuğuna konuşma yani taklit yapma ve öğrenme becerisi vermesi…

Hemen hatırlatalım ki Neandertallerin vücudu beyinlerine egemen olduğundan, bu sosyal soyutlama mektebini bitirememişler. Bunlara mukabil kültürlü insan demek olan Homosapiens bunu becerebilmiştir.

Dilin Gelişme Süreci

İlmi bir hakikat olarak bunu iyi anla!

Lisan [dil], insan gibi pek çok dönemler yaşamış; tavırdan tavra dönüşmüş, çağlar boyunca terakki etmiştir.

Eğer şimdi, şimdiki anın barındırdığı geçmiş zamanın seli içinde parçalanan dilin yıkıntı ve tortularına bakabilsen, dilin yaşam tarihini ve onun kaynağını görürsün.

Dilin var olmaya doğru filizlendiği ilk dönem, sadece zayıf bir fonetiği yansıtan bir kısım harf tanecikleri devresidir ki bu harf tanecikleri genel ses içinde gizlenmişti ve çoğu tabiat seslerini taklit ederek ifade gücüne erişiyordu. Sonra duygu, istek ve manaların netleşmesiyle bu ses habbecikleri, hece diline doğru evrilmiş, tekamül etmiştir. Ardından niyet ve isteklerin çoğalmasıyla hecelerden birleşik dil yapısına doğru basamakları çıkmıştır. Uzak Doğu Dilleri bunun canlı belgeleridir.

Daha sonra, insanoğlunun maksatlarının dallanmasıyla, türetilmiş şeklindeki dil [sarfî/morphoetymologic] haline yükselmiştir. Ve ince duyguların imtizaç ve birleşmesinden, açıkça görünmez gayelerin birbirini desteklemesinden, dil nahvî [syntactic gramer dili] seviyesine uruç etmiştir. [miracını yaşamıştır.]

İşte bu seviye, şimdiki ilmi Arapça dilidir ki vecizelerin vecizelerini bile yapabiliyor. Uzun yapı imkânıyla beraber, en az enerji ile ifadeye müsait bir dildir.

Ve sonra, mecaz kelimelerin mürur–u zamanla gerçek kelimelere dönüşmesiyle iştirak [bir kelimenin birkaç manaya gelmesi] doğmuştur. Bunun yanında kelimeler arasındaki münasebetlerin unutulması ile sıfat ve türetilen kelimelerin, camid yani türetilemeyen kelimeler haline gelmesiyle teradüf [synonim/ birkaç kelimenin aynı anlama gelmesi] doğmuştur. Diğer gelişmeleri buna kıyas et!

Demek diller ve kelimeler arasında olan münasebetler bu canlı doğurganlığın neticesidir.

[bkz. Kızıl İcaz, Bediüzzaman Said Nursi.]

[Kızıl İcaz, Nursi'nin Arapça telif ettiği bir eserdir ve Türkçe tercümesi maalesef hala yapılmamıştır. Yukarıdaki parçanın tercümesi B.Sağlam'a aittir. -editör]

Babil

Binlerce Batılı bilim adamının inançsızlığına neden olan ve insanlığın soyut evrimini mucizevî bir şekilde ifade eden Babil kulesi efsanesinin anlam ve yorumu nedir? Açıklayalım:

Eskiden bütün insanların bir tek dili vardı. Sonra Babil’de yüksek bir kule yaptılar. Allah, bunlar bana zarar verir diye onlara kendi dillerini unutturdu. Ve her kabilenin dili farklı oldu. Oradan insanlar bu günkü dünyaya yayıldılar.

1/ Yani insanoğlu henüz soyut değerleri öğrenmeden tek bir dile sahipti. Yani hayvanlar gibi doğal seslerle anlaşılıyorlardı. Bu tabii ortam onlar için bir cennet gibi idi. Babil, bu anlamda Allah’ın kapısı demektir. Ve diğer bir anlamda, Mezopotamya'daki Babil’dir. Her iki ihtimalde de insanlığın henüz şeytanlığı ve soyut değerleri öğrenmediği dönemin ifadesidir.

2/ Sonra bu insanlar, sosyal değerleri öğrenince, Allah ile ifade edilen ekolojik yapıya, masum duygulara ve birbirine zarar vermeye başladılar. İşte Allah, onların bu azgınlığını frenlemek için onlara farklı diller ve imkânlar geliştirdi. Bir millet diğerini dengeledi veya yardımcı oldu. Allah’ın doğal düzeni mutlak yıkımdan kurtuldu.

3/ Bakın, antropolojik bir mucize olan bu mana nerede, kilisenin ve ilahiyatçıların bunu bir tek kuleye ve birden eski dillerinin unutulması ve yerine binler yeni dilin öğretilmesi olan zahiri, yüzeysel yorumu nerede!? Avrupa'da kilisenin sırf bu dayatmasından dolayı, Durkheim gibi binlerce tarihçi ve sosyolog dinsiz oldu. [bkz. Bilim ve Din Tarihi, Dr. Adnan Adıvar.]

4/ Bütün insanlar, bir tek dile ve bir tek devlete sahip olsa, dünyanın diyalektik yapısı ve dengesi bozulur. Onun için Kur’an, Hacc ve Rum Surelerinde, bugünkü tek kutuplu dünyada bir benzeri olduğu gibi 'insanların birbirine karşı savaşları ile denge kurulmasa; havralar, kiliseler, camiler ve manastırlar yıkılır. Karada ve denizde bozgunculuk baş gösterir.' anlamını ifade eden ayetler zikrediyor.

5/ Demek dinî, edebî ve sosyal kavramları bireyselleştirmek, onları tarihi malzeme imiş gibi anlatmak onları öldürmek demektir. Çünkü bu tek kutuplu dünya cehenneminden kurtulmanın yolu, yine o eski safiyete, çocuksu inanca ve mutluluğa dönüş kapısından geçer.

Diller tevkifi mi
İnsanoğlunun yaratısı mı?

Dilleri Allah mı yarattı, insan mı? Allah mı öğretti, insan mı öğrendi? Gökten mi indi, insan zihninin ürünü mü? Burada kavga körlerin döğüşü gibi olmuştur. Yani dindarlar, “Allah, dili, gökten Arapça veya İbranice veya Süryanice insan telaffuzu ile seslenerek öğretmiştir.” diyorlar. Buna mukabil, pozitivistler, “Allah falan yok. İnsan egosu, kendi zihinsel yaratısı ile bunları öğrenmiştir.” diyorlar.

Hâlbuki sonsuz bilinç katmanları içeren ekolojik bir cennet olan yeryüzünde Allah’ın isimleri olan binler varlığın doğal dili, artı insanoğlunun mucizevi ve soyutlamayı becerebilen bir beyne sahip olması ile ancak bugünkü dil ve diller ve edebiyat oluşabilir. Bu da ancak Allah’ın vergisidir. Fakat hurafecilerin anladığı şekilde değil.

Buna ilaveten, dillerde, özellikle İbranice ve Arapça'da o kadar olağanüstü yapılar ve gerçeğe uygun sayısal değerler var ki insanoğlu şaşırıyor. Tıpkı ekolojinin güzel bir meyvesi olan nar ve mısırda olduğu gibi...

Vahiy Dili

Vahiy yani Allah’tan gelen manalar ve kelimeler de bir dildir. Fakat bunlar bireysel insan dili yeteneğinden çok farklıdır. Ayıca binlerce kat daha geniş bir bilinci ve düzeni gösterirler. Ben değişik kitaplarımda bunun yüzlerce delilini gösterdim. Şimdi sadece yeni fark ettiğim Araf Suresinin vahyin yapısıyla ilgili 11 ayetine değineceğim.

İnsanın bireysel [ana] veya milli dili, doğal olmakla beraber, kişinin üst korteksinin ve dış çevresinin elverdiği kadar olur. Ancak vahiy dili ise bütün geçmiş ve gelecekle beraber bütün kozmik bilinci ve onun bir kaydı olan insanın sonsuz beyin katmanlarının, yine büyük bir sosyal tetikleme ile çiçek vermesidir. İşte vahy diliyle:

Benim velim, [yakınım, dostum, koruyucum] ancak O sonsuz Allahtır ki evrenin bütün kutsal yasalarını bir ikram, bir bağış olarak bana lutfetmiştir. O Allah, yararlı ve sisteme entegre olan ve sonsuzluğu ve soyut değerleri bilen [salih] insanlara sahip çıkar. Bu sonsuz bilgi düzeninin dışına çıkanlar, ancak sınırlı cansız putlara bağlanırlar. Hâlbuki o putların ne kendilerine ne de size bir faydası olmaz. [yani maddi ve sınırlı düşünenler, vahyin nimetine mazhar olamazlar.] 

Sen onları doğru ve sonsuz yola çağırsan da işitmezler. Onların sana baktığını görüyorsun, ama onlar bakmakla beraber görmezler. [Vahyin tezahürü ya bir ses veya bir vizyon (rüyet) olarak vaki olur. Onlarsa bu iki temel duygudan mahrumdur. Onun için Allah sürekli olarak kendini “O Semi’dir, Basirdir” diye tanımlıyor.] Sen, böyle bir körlüğe düşmemek için hoşgörü ve barışa tutun, insanların genel bir mirası olan geleneğe çağır ve cahillerden yüz çevir. Eğer gerçek var mı yok mu diye şeytandan bir vesvese seni sarsarsa, sen Allah’ın sonsuzluğuna sığın! O saf ve sonsuz bilinç ve gerçektir. Görüyor ve biliyor. [yani varlık bilinçtir, her şeyin farkındalığıdır.]

Senin yolunda bu değerlerle kendilerini koruyanlar da eğer şeytandan bir dalga onlara dokunsa, hemen gerçeği anarlar ve doğruyu görürler. Bunlara mukabil diğer grup [ki aynı nesildendirler] insanı batırmak için her şeyi yaparlar ve o yolda hiçbir şeyi eksik bırakmazlar. O kadar kör olmuşlar ki her şeyi hatta mucizeyi dahi maddi olarak anlıyorlar. Sen onlara bir mucize göstermediğinde, -neden böyle bir mucize koparmadın? diyorlar. Sen de ki, -Ben ancak Rabbimden bana gelen vahye uyarım. Bu vahiyler, Rabbinizden gerçeği gösterecek belgelerdir, doğru hedefe vardıran bir yaşam [hidayet] biçimidir. Ve inanan bir toplumu başarıya ulaştırır.

İşte ey inananlar, Kur’an, kâinatın bu sonsuz bilinç denizinden dışa vurunca, onu dinleyin. O sizin bireysel görüşleriniz gibi değildir. Siz böyle sınırlı görüşlerinizi geri çekin ki başarıya ulaşasınız. Sen ey insanoğlu! Kendi benliğinin, derin bilinç katmanları içinde Rabbini [seni zıtlarla geliştireni] an, yaşa! Bunu da, yakarış ile korku ile ve gizli bir şekilde sabah akşam yap ki sen de bu vahye muhatap olasın; gafil kalmayasın! Bu seyr u sülûkün sonunda melekleşirsin; melekler gibi benliğini bırakıp mutlak olarak, Allah’ın benliğine uymaktan çekinmezsin, O'nun sisteminde hiçbir benlik çeşidiyle kirlilik yapmazsın, sadece ve sürekli O'na hizmet edersin.
[Araf/194 -206]

Dil Sözlükleri veya Çiçekleri ile oynamak

Şakirt: Severek öğrenen Talebe veya talip: İsteyerek öğrenen Student: Durup–düşünüp öğrenen..

Üstad, usta hoca: Bir üst seviyede varlık ve kişilik sahibi olan, yokluğun sıkıntısını aşan..

Konuşma: Belli bir manayı seçip, üzerine konma..

Pazar: Yani malların satılması için, gür seslerle fizar ve feryad edilen yer. Sonra bu işin yapıldığı gün. Roma da pazar günü pazar kurulduğu için ve o gün tatil olduğu için dolaylı olarak satmak manasına gelen bu kelime o güne isim olmuştur. Pazarlama da bu kökten gelir. Arapça bu günün ismi 'Ehad' dir. (1. gün)

Mehr, (evlilik parası): Market, seninle evlenen yani sen ödemek üzere bir şeyi satın aldığın zaman onunla evlenmiş, akit kurmuş oluyorsun.

Rant: kırpıntı, kâr. Bugünkü Türkçede de rendeleme bu kökten gelir..

Ciro: Teamül ve işlem. Ciro etmek, çeki teamüle koymak ve kullanıma koymak. Kürtçede  "adamın cirosu iyi değildir", ahlakı iyi değildir, manasında kullanılır.

Devlet: El değiştiren. Türkçe'de 'il' [göçebenin mal varlığı ve kafilesi]

Bayrak: Buyruk, devletin buyruklarının simgesi…

Kervan: Eşek kafilesi

Taklid: Kafayı kilitleme

Hastane: Farsça'dır. Düşmüşlerin hanesi.

Han: Evde ve köşkte oturan devlet başkanı. Çünkü halk o zaman kıl çadırlarda oturuyordu. Ancak başkan evde oturuyordu.

Fitne: Seni hedefinden saptıran iyi veya kötü güç. 'Bu hanım fettanedir.', yani güzelliğiyle seni saptırır. 'Anarşi fitne oldu.', yani devleti hedefinden saptırdı.

Deccal: Kandıran.. Dicle nehri de kandırıyor. Az su var gibi görünüyor. Fakat boğuyor.

Mehdi: O kadar büyük ilahi desteğe mazhardır ki adeta Allah tarafından hidayete erdirilmiş.

Musa/Muşe: İbranice ve Arapçadaki, 'meşi',  'akmak ve yürümek' kökünden gelir. Kavram olarak akan nehir ve şeriat demektir. Ürdün nehrine Şeria ve Filistin’e Batı Şeria denildiği gibi. Freud, bu kelimenin [Musa] manasını bilmediği için tarihte Musa denilen bir şahsın olmadığını iddia etmiştir. Evet, bugünkü Yahudiler de maalesef klasik İbraniceyi ilmi olarak bilmiyorlar.

İcra: Tıkanan hukuk yolunu zorla dahi olsa akıtmak demektir.

Karun: Karn [boynuz] ve güç sahibi, aşırı zengin demektir.

Zül–Karneyn: Doğu ve Batı; madde ve mana güçlerine sahip lider demektir.

Kalleş: Elbiseyi yırtıp içindeki parayı alan… Allah da kalbimizi yarıp içindeki kirleri temizler. Onun için ona Mekkâr denilmiştir.

Tabiat: Arapçada huy, karakter, basılmış kalıp demektir. Kimisine göre ana, kimisine göre Tanrı, kimisine göre tağut, kimisine göre bir matbaa – i ilahi…

Allah [66] Hilal [66]… Çünkü Arapların ataları olan Akatlar, Ay’a tapıyorlardı.

Miad [120] yaşam süresi. Gark [1300], Yahudilik 1300 sene sonra boğuldu. İslam’da öyle…

Logos: Mantık, yasa, namus ve kelam demektir. Türkçe'deki Söz de bu manadadır. Hani önce söz vardı. Evet, önce mantık, yazılım ve yasa olur, sonra buna iş, yazı veya konuşmadan bir elbise giydirilir.

Etimolojik nükteler

Aynı fonetiği veren kelimeler

Hüzün, hazin [derin üzüntü…] Hazine [derin define…]

Kefen ve defin...

Hava ve Havva [kapsayan, canlı, hareketli, mutluluk veren] gibi…

Cesed, [donmuş kan…] Hased, [donmuş kin…]

Sol, [zayıf olan. Solmak kökünden gelir.] Sağ, [ürün veren; süt sağmak gibi…]

Dilin doğal bir ağaç gibi 300’e yakın budağı var. Ve üç ana dalı var.

1/ Sami Dilleri: Arapça, İbranice, Süryanice, Aramice…
2/ Aryen Dilleri: Batı dilleri, Kürtçe ve Farsça ve Afganca da dahil…
3/ Ural Altay Dilleri: Türkçe, Çince, Japonca v.s.

Demek dilin doğallığını bozmak, gıdaları bozup, zehirli ilaçlarla insanı yaşatmaya benzer.

İnsanlık 30 bin senedir, varlığı, olayları, ruhu, konuşmayı yorumlamaya çalışıyordu. Fakat hiçbir zaman bu asırdaki kadar, bu yüksek değerlerin teknik izahını yapamıyordu. Gerçi Sami dillerindeki kelimelerin sayısal değerleri eskiden büyük mütefekkir ve ruhani zatların bu işin sırrını bildiklerini gösteriyor. Veya ilahi sonsuz bilinç tarafından, yeryüzü mektebinde insanlığa öğretildiği anlaşılıyor.

İşte yaratılma dediğimiz varlıkların form ve şekil alması da insanın ruh ve bilinci de onun ruhla birebir ilişkisi olan konuşması ve soyutlama yeteneği de birer yazılımdır. Başka bir tabir ile evrensel bir kaderdir. Zaten Sami dillerindeki 'ikra' [oku] kelimesinin sayısal değeri 302 iken 'kader' kelimesinin sayısal değeri 304’tür. Demek Kıraet, insanın şahsi yazılımı ve bilincinin kayıtlarının deşifresi iken kader, büyük insan olan evrenin ruhunun, yazılımının, bilincinin ifadesidir.

Dillerin zenginlik değerleri az çok aynıdır. Fakat ortam, din ve medeniyet o dil ağaçlarını bazen daha gür kılmıştır. Bununla beraber o dil dallarının birbiriyle pek çok yönlerden akrabalıkları da var.

İbranice’de Kenise, ma’bed, meclis yani insanları toplayan mekân demektir ki İslam’da bu kurumun ismi Camii’dir. Yani toplayan. Şimdiki Arapça'da da halen süpürgeye 'meknese' denilir. Çünkü o da çöpleri topluyor.

Bu kelimenin bir evvelki etimolojik kökü ise 'klise' dir. Bu da kireçten yapılan bina demektir. Çünkü eskiden ma’betler taştan yapılırken, meskenlerin çoğu ya çadır idi veya keresteden mamuldü...

'Ayin', Farsça bir kelimedir, ibadet gösterisi demektir. Sonra Osmanlıca’da şehr–ayin resmigeçit manasında kullanılmıştır. Bugünkü Kürtçe'de de Cuma gününe 'în' denilir. Yani ibadet günü.

Salı günü ise Arapça'da 3.gün manasına gelen 'Salis' ten türemedir. Türkçe'deki diğer gün isimleri ise Farsça'dandır. Cuma günü hariç.

Mısır, düzenli şehir manasında 1400 sene önce şimdiki ülkenin adı oldu. Sonra Amerika'nın keşfiyle mısır bitkisi bulununca, o da şehir gibi düzenli olunca ona da 'mısır' dediler.

Gür, Farsça bir kelimedir, gelişmiş demek. Agir, azer [sarı olan] ateş demektir… Çünkü ateş güçlü ve gelişmiş görünür. Sonra bu kelime bazı lehçelerde Azer olarak okunmuştur. Bir rivayette Hz.İbrahim’in babasının ismidir. Haliyle buradaki Baba, ona yön veren temel inanç ve ilkeler demektir. Tıpkı çevre ve kültürün de 'Ana' ile ifade edilmesi gibi. Evet, insanların asıl babası, inanç ve ilkeleridir. Anaları da çevre ve dil ve kültürleridir. Yani Hz.İbrahim Tevhid dininden önce ateşe tapan bir inanç bölgesinde yaşıyordu.

Yunanlılar balıkçı oldukları için balıkların çoğunun ismi Yunancadır. Anatomi, baharat ve diğer medeni araçların ismi ise Türkçe'de ya Arapça'dandır veya Farsça'dandır. Mesela 'mide' hazırlık yapan, öğüten manasında Arapça bir kelimedir.

Turan dilleri, eskiden İran ile çok içli dışlı olduğundan sonra da İslam ve Arapça ile yaşadığından Turan [göçmen] dil yapısı çoğu yerde değişmiştir. Medeni bir dil haline gelmiştir.

Aryen kavimler ise uzun dönem Slav memleketlerinde göçebelik yaptıklarından birçok Slav kelimenin kökü Arîdir.

Per, Farsça'da ve diğer Ari dillerde 'kanat' demektir. Bundan türetilmiş perde, pervaz, perendaz gibi birçok kelime dilimizde var.

Adeta genetik gelişme sonucu nasıl insanlar daha güzel yüzlere ve yapılara sahip olmuşlarsa, sosyal takas sonucu diller de öyle güzelleşmiştir. Fakat bugünkü sosyal ve inanç değerlerinin sönmesi ve araya aldatıcı teknolojik formasyanların girmesi, insanlığı yine o eski dönemlere, dilin olmadığı vahşi ortama sürüklüyor. Bu da insanlık için bir nevi ölüm ve kıyamet demektir.

Acı ve tatlı dil goncaları

Gün, güneş, gül, gür kelimeleri, mesela Türkçe'de, açılan gülümseyen realiteler için kullanılır. Güney kelimesi de güneşin olduğu yön demektir. Kuzey [Sibirya] kelimesi ise ancak kuzu postu giyinip gezilebilen yön demektir.

Türkçe'de '-gi' ekini alan bütün kelimeler mübalağa masdarlarıdırlar. Bilgi, silgi gibi… Ve Türkçe'de göçebelikten ve anaerkillikten dolayı dişil–eril kelime ayırımı yoktur. Fakat dünya dillerinin çoğunda dişil–eril farkı var. Ve bu dilde güzel bir duygudur da… Bazılarının sandığı gibi dişi kelimeler aşağılanma ifadesi değildir. Nesnel güzelliği ve letafeti yansıtan parlak kelimelerdir.

Mesela Arapça'da güneş, çiçek, ruh, nefis, yüz, göz, el ve benzeri binlerce kelime dişildirler. Buradaki ölçü; eğer söz konusu nesne zarif ve latif ise ona uygun dişi bir kelime verilir. Ve eğer o nesne kaba ise veya manevi sorumluluğu gerektiren bir varlık ise ona eril kelime takılır.

Batı dillerindeki, sen, cent, san, senkronize, saint [aziz], sun [güneş] kelimeleri ise maddi veya manevi bir değer ifade ederler. Fakat dillerinden anlaşılan, onların maddi ve niceliksel düşündüğüdür.

Fakir, Arapça bir kelime olup zayıflıktan, sırtının [fikarı] mafsalları gözüken kişi demektir. Miskin ise durgun ve çalışamaz kişi demektir.

Sihir, göz boyama yani boya ile yaptığın ilizyon demektir ki seher vakti, güneşin renkleriyle bizi büyülüyor.

San’at, özene bezene yapılan şey demektir. Şimdiki boyalı medya ise özene bezene bir şey vermezken, boyalı çıplak resimlerle insanları büyülüyor.

Mana kelimesi ise yazan veya konuşan kişinin, özene bezene itina ile ilgilendiği maksat demektir ki Türkçe'deki 'konuşma', kişinin birkaç alternatif seçenek arasında uçuşup, bir manayı seçip ona konması demektir.

Nakit, tenkit gözünden geçmiş, kalitesi tespit edilmiş para demektir. Başta sadece altın ve gümüş için kullanılırdı. Sonra çek ve senede bedel olan para için kullanıldı. Aslında çek senet para değiller, birer güvence ve dayanak demektirler. Para, cash demektir. Cash ve geş, Ari dillerde sıcak ve parlak şey demektir.

Bu insanlık kitabı çok uzun ve çok ince yazılar içeriyor. Onu burada bitiremeyiz. Sadece bir gezinti yapmak istedik. Beyninizin binler güzel güller açması dileğiyle! Sayısal değeri 103 olan İblise karşı sayısal değeri 103 olan Esmaya sarılalım, Âdem olalım. Yeryüzünde Allah’ın halifesi olalım. Sakın taklit ile kafamızı kilitlemeyelim!

Âdem, bütün dilleri, olmuş olacak bütün eşyanın isimlerini, Allah’ın binbir ismini bildi, meleklerden üstün oldu.
[İbn Abbas’tan rivayet]
BAHAEDDİN SAĞLAM

0 yorum:

Yorum Gönder

HAŞİYE

Hovardalık günlerimin sonunda daha fazla hayaller içerisine gömülür, pişmanlık, gözyaşları, lanetler ve sevinçlerle dolardı yüreğim. Bazı zamanlar, bu sarhoşluk ve her yanımı kuşatan mutluluk, bana kendimle alay etmeyi unuttururdu. Neredeyse damarlarımda dolaşırdı umut, inanç ve sevgi. O zamanlar dışarıdan gelecek bir mucizeyle önümdeki her şeyin ferahlayacağına, iyi, güzel ve kusursuz bir çalışma ufkunun beni beklediğine inanırdım. Yeraltından Notlar -Dostoyevski

CIRCA LUMINA

It seems to me that we must make a distinction between what is "objective" and what is "measurable" in discussing the question of physical reality, according to quantum mechanics.The state-vector of a system is, indeed, not measurable, in the sense that one cannot ascertain, by experiments performed on the system, precisely (up to proportionality) what the state is; but the state-vector does seem to be (again up to proportionality) a completely objective property of the system, being completely characterized by the results it must give to experiments that one might perform.

Roger Penrose- The Emperor's New Mind